Arkeolojide Kayıp Halka:
Müslümanlar, Kültürel Miras ve Kolonyalizm

Bilal Toprak
Arkeolojide Kayıp Halka:
Müslümanlar, Kültürel Miras ve Kolonyalizm

Bilal Toprak
Read in English
(The English translation was done with the help of AI)
İnsanlık tarihinin önemli kırılma noktalarından biri kuşkusuz 19. yüzyılda yaşanan çok boyutlu değişimlerdir. Sanayi devriminin ve sömürgeciliğin hız kazandığı bu dönemde, sömürü nesnesi sadece toprak ve insanla sınırlı kalmamış; bilim, düşünce ve sanat gibi alanlarda da söz konusu hegemonya hissedilmiştir. Kendisini gücün, medeniyetin, bilimin ve düşüncenin merkezinde gören bu mezkûr anlayış, Batı dışı kültürleri ya müzede sergilenen tarihsel bir obje olarak değerlendirmiş ya da kendisiyle kurduğu ilişki nispetinde değer vererek gündemine almıştır. Bu perspektif doğrultusunda kökenleri epey eskiye dayanmasına rağmen, bilimin Aydınlanma çağı sonrasına ait bir alan olduğuna yönelik yaklaşımlar yine bu dönemde oldukça kabul görmüştür. Oysa Batı, kadim medeniyet havzalarının -özellikle Mezopotamya, Hint, Çin ve İslam dünyası- ürettiği bilimsel ve felsefi birikimden faydalanmasına rağmen, bu katkıları çoğunlukla görmezden gelmiş; bilimin kökenlerini genellikle Grek ve Roma’ya dayandıran mahdut bir anlayışla şekillendirmiştir.
Sosyal bilimlerin Batılı anlamda kökenlerinin netleştiği ve çeşitlendiği 19. yüzyılda sömürgeciliğin önemli bir etkisi bulunmaktadır. Batı merkezci bu anlayışa göre bilimlerin işlevleri de sömürgecilik fikri doğrultusunda farklılık göstermektedir. Sosyal bilim disiplinlerinin bir kısmı Batılı toplumlara özgü iken diğer bir kısmı Batılı olmayan ve dolayısıyla sömürgeleştirilen veya sömürge potansiyeli taşıyan toplumlara yönelik olarak tasarlanmıştır. Bu bağlamda sosyoloji bilimi Batılı toplumların sorunlarına, iktisat bilimi ekonomilerine odaklanacak şekilde konumlandırılmıştır. İnsanlığın Batılılaşmadan önceki evresini açıklamak, Batı dışı toplumları tanımlamak ve tüm kaynaklarını sömürmek için ise antropoloji ve oryantalizm alanları oluşturulmuştur. Bu bağlamda özellikle Anglo-Amerikan ekolünde arkeoloji bilimi de antropolojinin altında konumlandırılmıştır. Bu yönüyle arkeoloji ortaya çıktığı dönemden itibaren kolonyalizm ile yakın temas içerisinde olmuştur. Arkeolojik kazıların maliyeti düşünüldüğünde bu alanın varlığını ve gelişimini sömürgeci devletlere borçlu olması çok da şaşırtıcı değildir.

Arkeolojik düşünce tarihi alanındaki literatür incelendiğinde arkeoloji biliminin 19. yüzyılda ortaya çıkan modern bir bilim olduğu ifade edilir. Buna göre geçmiş dönemde yaşayan insanlar maddi kültür ile pek ilgilenmemişler ve onu bir bilgi kaynağı olarak kabul etmemişlerdir. Peki gerçekte böyle miydi? Aydınlanma çağından önce insanlar maddi kültürü bir bilgi kaynağı olarak görmemişler miydi? Gördükleri kalıntılara karşı kayıtsız mı kalmışlardı? Arkeoloji tarihi Batı dışı daha doğrusu Yunan ve Roma dışı medeniyet havzalarının maddi kültürle ilgilenmediklerini ifade ederken Mısır ve Mezopotamya hakkındaki bilgilerin Grek, Roma ve Kitâb-ı Mukaddes merkezli bilgilere dayandığını ileri sürer. Hatta bu yaklaşıma göre Romalı köylülerin geçmiş dönemlere ait buldukları taş baltaları ve mızrak uçları gibi kalıntıları olağanüstü olarak nitelendirmeleri bile kayda değerdir. Ancak Yakındoğu’da yaşayan toplumlar arkeolojik kalıntılara yeterince ilgi göstermediği için, 19. yüzyıla dek bölgedeki eski medeniyetlerin alfabeleri çözülememiş, sanatları ve mimarî mirasları sistemli biçimde incelenememiş ve onlara ait eserler uzun süre toprağın altında kalmıştır. Diğer bir ifadeyle modern anlatıya göre bölgeye bin yılı aşkın bir süre hâkim olan müslümanların ve diğer unsurların maddi kültüre dair kayda değer bir katkısı olmamıştır.

Sudan’daki Wellcome kazıları: 1913 yılında Saqadi’de gün yüzüne çıkarılan harabelerden birinin doğu kesimi (Moya Dağı)
Read in English
(The English translation was done with the help of AI)
İnsanlık tarihinin önemli kırılma noktalarından biri kuşkusuz 19. yüzyılda yaşanan çok boyutlu değişimlerdir. Sanayi devriminin ve sömürgeciliğin hız kazandığı bu dönemde, sömürü nesnesi sadece toprak ve insanla sınırlı kalmamış; bilim, düşünce ve sanat gibi alanlarda da söz konusu hegemonya hissedilmiştir. Kendisini gücün, medeniyetin, bilimin ve düşüncenin merkezinde gören bu mezkûr anlayış, Batı dışı kültürleri ya müzede sergilenen tarihsel bir obje olarak değerlendirmiş ya da kendisiyle kurduğu ilişki nispetinde değer vererek gündemine almıştır. Bu perspektif doğrultusunda kökenleri epey eskiye dayanmasına rağmen, bilimin Aydınlanma çağı sonrasına ait bir alan olduğuna yönelik yaklaşımlar yine bu dönemde oldukça kabul görmüştür. Oysa Batı, kadim medeniyet havzalarının -özellikle Mezopotamya, Hint, Çin ve İslam dünyası- ürettiği bilimsel ve felsefi birikimden faydalanmasına rağmen, bu katkıları çoğunlukla görmezden gelmiş; bilimin kökenlerini genellikle Grek ve Roma’ya dayandıran mahdut bir anlayışla şekillendirmiştir.
Sosyal bilimlerin Batılı anlamda kökenlerinin netleştiği ve çeşitlendiği 19. yüzyılda sömürgeciliğin önemli bir etkisi bulunmaktadır. Batı merkezci bu anlayışa göre bilimlerin işlevleri de sömürgecilik fikri doğrultusunda farklılık göstermektedir. Sosyal bilim disiplinlerinin bir kısmı Batılı toplumlara özgü iken diğer bir kısmı Batılı olmayan ve dolayısıyla sömürgeleştirilen veya sömürge potansiyeli taşıyan toplumlara yönelik olarak tasarlanmıştır. Bu bağlamda sosyoloji bilimi Batılı toplumların sorunlarına, iktisat bilimi ekonomilerine odaklanacak şekilde konumlandırılmıştır. İnsanlığın Batılılaşmadan önceki evresini açıklamak, Batı dışı toplumları tanımlamak ve tüm kaynaklarını sömürmek için ise antropoloji ve oryantalizm alanları oluşturulmuştur. Bu bağlamda özellikle Anglo-Amerikan ekolünde arkeoloji bilimi de antropolojinin altında konumlandırılmıştır. Bu yönüyle arkeoloji ortaya çıktığı dönemden itibaren kolonyalizm ile yakın temas içerisinde olmuştur. Arkeolojik kazıların maliyeti düşünüldüğünde bu alanın varlığını ve gelişimini sömürgeci devletlere borçlu olması çok da şaşırtıcı değildir.
Arkeolojik düşünce tarihi alanındaki literatür incelendiğinde arkeoloji biliminin 19. yüzyılda ortaya çıkan modern bir bilim olduğu ifade edilir. Buna göre geçmiş dönemde yaşayan insanlar maddi kültür ile pek ilgilenmemişler ve onu bir bilgi kaynağı olarak kabul etmemişlerdir. Peki gerçekte böyle miydi? Aydınlanma çağından önce insanlar maddi kültürü bir bilgi kaynağı olarak görmemişler miydi? Gördükleri kalıntılara karşı kayıtsız mı kalmışlardı? Arkeoloji tarihi Batı dışı daha doğrusu Yunan ve Roma dışı medeniyet havzalarının maddi kültürle ilgilenmediklerini ifade ederken Mısır ve Mezopotamya hakkındaki bilgilerin Grek, Roma ve Kitâb-ı Mukaddes merkezli bilgilere dayandığını ileri sürer. Hatta bu yaklaşıma göre Romalı köylülerin geçmiş dönemlere ait buldukları taş baltaları ve mızrak uçları gibi kalıntıları olağanüstü olarak nitelendirmeleri bile kayda değerdir. Ancak Yakındoğu’da yaşayan toplumlar arkeolojik kalıntılara yeterince ilgi göstermediği için, 19. yüzyıla dek bölgedeki eski medeniyetlerin alfabeleri çözülememiş, sanatları ve mimarî mirasları sistemli biçimde incelenememiş ve onlara ait eserler uzun süre toprağın altında kalmıştır. Diğer bir ifadeyle modern anlatıya göre bölgeye bin yılı aşkın bir süre hâkim olan müslümanların ve diğer unsurların maddi kültüre dair kayda değer bir katkısı olmamıştır.

Sudan’daki Wellcome kazıları: 1913 yılında Saqadi’de gün yüzüne çıkarılan harabelerden birinin doğu kesimi (Moya Dağı)
Müslümanlar,
Maddi Kültür ve
Öteki
İslam düşünce geleneği incelendiğinde en azından teolojik olarak müslümanların geçmişe, geçmişin kalıntılarına ve maddi kültüre, ilgisiz kalmalarının pek de mümkün olmayacağı âşikârdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim geçmiş kavimlere ait kalıntıların bir bilgi kaynağı olduğunu haber vermektedir.
“Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu ne olmuş görmezler mi? Onlar kendilerinden çok daha kudretliydiler; toprağı iyice işlemişler, yeryüzünü bunların imar ettiğinden daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri nice açık kanıtlar getirmişti. Şu hâlde Allah onlara asla zulmetmiş değildir, asıl onlar kendilerine zulmetmişlerdir.” (Rum, 30/9)
Kur’ân-ı Kerim’in muhatap aldığı Cahiliye dönemi Arap toplumuna arkeolojik kalıntılara bakmayı öğütlemesi ve bu vasıtayla birçok âyette geçmişte oldukça güçlü olan milletlerin akıbetlerini haber vermesi son derece dikkat çekicidir. Eski uygarlıklara ait kalıntıların sakıncalı olarak addedilmesi bir yana yeryüzünü gezip kalıntıları görmek ve bundan ibret almak emredilmiştir. Dolayısıyla Kur’an’daki ilgili âyetler incelendiğinde kültürel mirasın korunmasının ve geçmişten ibret alınmak üzere bunun bilgiye dönüştürülmesinin dolaylı olarak ifade edildiği düşünülebilir.
Geçmişte müslümanların kültürel mirasa kıymet verdikleri, devşirme ve iskân gibi yollarla korumaya aldıkları ve aynı zamanda anlamlandırmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu hususta müslümanların özellikle Yemen ve Mısır’daki kalıntılara duydukları ilgi anılmaya değerdir. Mesela Hemdâni (ö. 945) Yemen’deki unutulmaya yüz tutmuş birçok tarihî kalıntının resimlerini çizerek günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Ortaçağ’da müslümanların Mısır piramitlerine duydukları ilginin güzel bir örneği olan İdrîsî’nin (ö. 1251) çalışması ise hem kalıntıları incelemenin önemine değinmekte hem de bunu sistematik ve bilimsel ilkelere göre ortaya koymaktadır. Ancak modern literatür incelendiğinde kadim Mısır çalışmalarının kökeninin 18. yüzyıl sonrasına dayandırıldığı görülmektedir. Dolayısıyla burada çok önemli bir mirasın görmezden gelindiği söylenebilir. Bu hususta kadim Mısır ile ilgili müslümanların katkısını yok sayan anlayışı eleştiren Mısır Bilimcisi Okasha el-Daly’nin eserine Kayıp Bin Yıl adını vermesi oldukça manidardır.
Gerçekten de Mısır bilimi literatürü incelendiğinde İslamî dönemin tümüyle yok sayıldığı, Greko-Romen kaynaklardan ve Kitâb-ı Mukaddes’ten yapılan kısa alıntıların ardından Aydınlanma çağı sonrasının dikkate alındığı görülmektedir. Oysa Ortaçağ müslüman araştırmacıların ilgili eserleri incelendiğinde kendi dönemleri açısından çeşitli bilimsel yöntemler geliştirdikleri, eski Mısır yazılarını çözmek için girişimlerde bulundukları ve yine eski Mısır’ın dinî yapısını, mumyalama yöntemlerini, devlet düzenleri gibi hususları anlamaya çalıştıkları görülmektedir. Dolayısıyla durum Batı menşeli arkeolojik düşünce tarihçilerinin iddia ettikleri gibi değildir. Arkeoloji biliminin 19. yüzyılda yeni yöntemler geliştirdiği ve özellikle arkeometri alanındaki gelişmelerle ve tarihlendirme metotlarıyla yeni bir boyut kazandığı bilinen bir gerçektir. Fakat bu geçmişin reddi veya görmezden gelinmesi anlamına gelmemelidir.
Aslında bu durum sadece arkeoloji açısından değil sosyoloji, psikoloji ve dinler tarihi gibi birçok disiplin için de geçerlidir. Söz gelimi dinler tarihi disiplinin öncüsünün Alman dil bilimcisi Max Müller (ö. 1900) olduğu sıklıkla dile getirilir. Oysa dinler tarihi alanında müslümanlar 10. yüzyıldan itibaren önemli eserler vermişler, İbnü’n-Nedîm (ö. 385/995 [?]), Bîrûnî (ö. 453/1061 [?]) ve Şehristânî (ö. 548/1153) gibi isimlerle bu geleneği zirveye taşımışlardır. Ancak belirtilmelidir ki her iki gelenek arasında temel bir fark bulunmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde sosyal bilimlerdeki gelişmeler, toplumların karşılaşması veya çatışması neticesinde gelişmiş ve çeşitlenmiştir. Nitekim müslümanların diğer din mensuplarıyla karşılaşmaları, dinler tarihi alanında kayda değer eserlerin ortaya konmasına zemin hazırlamıştır.
19. yüzyılda ise Batılıların diğer toplumları sömürge haline getirmesi neticesinde sosyal bilimler yeni bir boyut kazanmıştır. Fakat bu iki karşılaşmanın en önemli ayırım noktasının karşılaşma zemini olduğu belirtilmelidir. İlkinde “tanıma/tanışma” belirleyiciyken ikincisinde “sömürmek için tanıma” etkindir. Bu durum İbnü’n-Nedîm, Bîrûnî ve Şehristânî’nin diğer din mensupları hakkında verdikleri bilgilerin günümüzde geçerliliğini sürdürmesini ve öteki hakkında verdikleri bilginin neden isabetli olduğunu açıklar niteliktedir. Ancak söz konusu meselelerin modern çalışmalarda çoğunlukla görmezden gelindiği görülmektedir.

Ninova kazılarında bulunan heykellerin Henry Layard öncülüğünde İngiltere’ye kaçırılması
“Geçmiş”i Yağmalamak
Batılı anlamda ortaya çıktığı ilk andan itibaren arkeolojinin sömürgecilik ve oryantalizm ile ilişkili olması aslında şaşırtıcı değildir. 19. yüzyılda Avrupa dışındaki tüm toprakları potansiyel sömürge toprağı olarak gören Batılılar askerî seferlerinde ordu ile beraber bilim heyetleri (!) götürmüşlerdir. Napolyon’un Mısır seferi ile başlayan bu eğilim, diğer Avrupalı devletlerde de sürdürülmüştür. Böylece toprağın üstü ordular tarafından işgal edilip sömürülürken Avrupa’ya oranla çok daha zengin bir kültürel mirasa sahip olan Mezopotamya ve Mısır toprağının altı da maceraperest hırsız/harami/soyguncu arkeolog ve antikacılar tarafından yağmalanmaya başlanmıştır. Buralardan çıkarılan eserler farklı yollarla Avrupa’ya kaçırılmış; bugün dünyanın en prestijli müzeleri olarak kabul edilen British, Louvre, Berlin ve Kopenhag gibi kurumlarda sergilenmeye başlanmıştır.
Avrupalıların arkeolojik çalışmalara yönelmesinde Kitâb-ı Mukaddes’te bahsi geçen mekânlara duyulan ilgiyle birlikte, bu bölgelerden getirilen kalıntılar ve söz konusu coğrafyayı tanıtan eserler etkili olmuştur. Nitekim kutsal metinlerde adı geçen bölgelerden getirilen eserler ve yapılan keşifler Avrupalılar tarafından büyük bir heyecanla karşılanmıştır. Ayrıca Avrupalı devletlerin prestij mücadelelerinde geçmişteki büyük devletlerin günümüzdeki takipçileri olma iddialarının büyük etkisi bulunmaktadır. Hatta bunun üzerinden kolonyalizm meşrulaştırılmaya çalışılmış ve geçmişte nasıl ki Mezopotamya uygarlıkları yenilikleri sömürgeleştirme yoluyla diğer toplumlara ulaştırdıysa modern dönemde de Avrupalılar aynı yolla bunu gerçekleştirmektedirler. Dolayısıyla Batı zihniyeti kaçırılan tarihî eserler yoluyla Sümerler, Bâbilliler ve Asurluların modern takipçileri olduklarını iddia etmişlerdir.

1883 yılına ait fotoğrafta Osman Hamdi Bey, Nemrut kazısı sırasında ortaya çıkarılan Antiokhos başı ile poz veriyor
İstanbul Arkeoloji Müzeleri, Fotoğraf Arşivi, 11190

Osman Hamdi Bey’in Portresi
Hâkimiyeti altında gerçekleşen olaylar neticesinde arkeoloji üzerinden sürdürülen sömürüyü fark eden Osmanlı Devleti, bir dizi önlem almaya başlamıştır. Osman Hamdi Bey’in girişimleri neticesinde yasal düzenlemeler yapılarak Âsâr-ı Atîka Nizamnameleri çıkarılmış ve böylece eserlerin yurtdışına çıkarılmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Ayrıca İstanbul’da ve ardından Kitâb-ı Mukaddes arkeolojisi üzerinden çalışmaların hız kazandığı Kudüs’te Müze-i Hümâyun kurularak eserlerin sergilenmesi önemli bir adım olarak ön plana çıkmıştır. Lâkin Osmanlı’da Batı’daki müzelerle yarışabilecek müzelerin kurulması Batı basınında olumsuz bir yankı uyandırmış ve bundan duyulan rahatsızlık dile getirilmiştir. Kendini toprağın üstünün hâkimi ve toprağın altındaki mirasın takipçisi olarak gören Batı merkezli bu anlayış, Doğulu halkların kültürel mirastan, arkeolojiden ve maddi kültürden yoksun bir anlayışa sahip olduğunu iddia etmekte ve bu durumun geçmişte de çok farklı olmadığını savunmaktadır. Zira bu anlayışa göre uygarlık Mezopotamya’da ortaya çıkmış sonrasında Mısır ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya ulaşmıştır. Dolayısıyla Anadolu coğrafyası sadece köprü görevi görmüştür. Ancak sonraki yıllarda yapılan çalışmalar Anadolu coğrafyasının sadece geçiş yeri olmadığını aksine Göbekli Tepe, Çayönü ve Çatalhöyük gibi son derece önemli yerleşim alanlarına sahip olduğunu ortaya koymuştur. Bu durum açıkça Avrupa merkezci anlayışın sadece modern döneme özgü olmadığını aynı zamanda geçmişi kurgularken de önemli bir rol üstlendiğini göstermektedir.

Göbeklitepe Kazı Alanı, Şanlıurfa
Sonuç
Müslümanların 19. yüzyılda yaşadıkları büyük travma ile tam olarak yüzleştiklerini söylemek zordur. Siyasî, toplumsal, ekonomik, kültürel ve entelektüel boyutları olan bu kırılma noktasını anlama çabalarının sonucunda gelişen tepkilerin kapsayıcı olmadığı görülmektedir. Bu durum aslında meselenin çok boyutluluğunun tam olarak kavranamamasıyla da ilgilidir. Söz konusu kırılma noktasında önemli bir paya sahip olmalarına rağmen müslümanlar, maddi kültür, kültürel miras ve arkeoloji gibi alanlara ilgisiz kalmışlardır. Oysa bilindiği üzere Batı hegemonyası sadece çağımız üzerinden değil geçmişimizi anlamak üzerinden de etkili olmuştur. Arkeolojik sit alanlarının Dünya Kültürel Miras listelerine alınmasından maddi kültürün yorumlanmasına varıncaya kadar birçok alanda bu etkiyi görmek mümkündür. Hatta henüz yeni filizlenmeye başlayan “İslam Arkeolojisi”nin Batı menşeli olması ve müslüman araştırmacı sayısının oldukça düşük olması meseleyi açıklar niteliktedir. Kuşkusuz buradaki sorun araştırmacıların kimliğinden ziyâde maddi kültürü yorumlayacak paradigmadır. Yine benzer şekilde kültürel miras ve müslümanlar arasındaki ilişkinin Taliban’ın 2001’de Buda heykelini yıkması ve DAEŞ’in Palmira antik kentindeki yıkımları üzerinden okunarak Bizans’taki ikonoklazm ile özdeşleştirilmesi müslümanların kültürel mirasa bakışını yansıtan bir örnek olarak sunulmaktadır. Oysa istisnai bazı durumlar yerine söz konusu eserlerin 14 asır boyunca müslüman hâkimiyetinde zarar görmeden bugüne ulaşmasına odaklanılması gerekir. Buna karşılık, Fransız araştırmacıların Palmira kentinde Roma mirasını ön plana çıkarmak adına yaptıkları tahribatlar ile İsrail’in Gazze’de ve ABD’nin Irak’ta kültürel mirasa verdikleri ciddi zararlar görmezden gelinmektedir. Sonuç olarak müslümanların ve diğer tüm medeniyet havzalarının arkeoloji ve kültürel miras ile ilişkilerini güçlendirmesi gerekmektedir. Ancak bu durumda sömürgeci olmayan ve tüm insanlığın ortak geçmişini sahiplenen bir paradigma geliştirilebilir. Böylece geçmişini kolonyalizmden kurtarabilen milletler geleceklerini daha özgür temeller üzerinde yükseltebilecektir.

İstanbul Arkeoloji Müzesi
Kaynaklar
Çelik, Zeynep. Asar-ı Atika: Osmanlı İmparatorluğu’nda Arkeoloji Siyaseti. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2016.
El-Daly, Okasha. Kayıp Binyıl: İslam Dünyasında Hiyeroglifler ve Eski Mısır. çev. Ümran Küçükislamoğlu. İstanbul: İthaki Yayınları, 2013.
Flood, Finbarr Barry. “Between Cult and Culture: Bamiyan, Islamic Iconoclasm, and the Museum”. The Art Bulletin84/4 (2002), 641-659.
Hemdânî, Ahmed b. Ya‘kūb. el-İklîl. Bağdat, 1980.
İdrîsî, Muhammed b. Abdülazîz el-. Envâru ʿulüvvi’l-ecrâm fi’l-keşf ʿan esrâri’l-ehrâm. Frankfurt, 1988.
Mulder, Stephennie. “Imagining Localities of Antiquity in Islamic Societies”. International Journal of Islamic Architecture 6/2 (2017), 229-254.
Toprak, Bilal. Din Arkeolojisi ve Göbekli Tepe. İstanbul: MilelNihal Yayınları, 2020.
Trigger, Bruce. Arkeolojik Düşünce Tarihi. çev. Fuat Aydın. Ankara: Eskiyeni Yayınları, 2014.
![]() |
Doç. Dr. Bilal Toprak Lisans ve yüksek lisans eğitimini Bursa Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını ise “Din Arkeolojisinin İmkânı ve Göbekli Tepe” başlıklı teziyle İstanbul Üniversitesi’nde tamamladı. 2016-2017 yılları arasında Washington DC’de bulunan The Catholic University of America’da Antropoloji/Arkeoloji bölümünde misafir araştırmacı olarak bulundu. Uzun yıllar Mardin Artuklu Üniversitesi’nde ve devamında Düzce Üniversitesi’nde çalışan Toprak, halihazırda Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde çalışmalarını sürdürmektedir. Yazar, çalışmalarında daha çok Din Arkeolojisi, maddi kültür-din ilişkisi ve antik dönem inançları gibi alanlara yoğunlaşmaktadır. |
Doç. Dr. Bilal Toprak
Lisans ve yüksek lisans eğitimini Bursa Uludağ Üniversitesi’nde, doktorasını ise “Din Arkeolojisinin İmkânı ve Göbekli Tepe” başlıklı teziyle İstanbul Üniversitesi’nde tamamladı. 2016-2017 yılları arasında Washington DC’de bulunan The Catholic University of America’da Antropoloji/Arkeoloji bölümünde misafir araştırmacı olarak bulundu. Uzun yıllar Mardin Artuklu Üniversitesi’nde ve devamında Düzce Üniversitesi’nde çalışan Toprak, halihazırda Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde çalışmalarını sürdürmektedir. Yazar, çalışmalarında daha çok Din Arkeolojisi, maddi kültür-din ilişkisi ve antik dönem inançları gibi alanlara yoğunlaşmaktadır.