Goethe’den Rilke’ye

Batı Şiirinde Hz. Muhammed ve Nübüvvet Tasavvuru

Senail Özkan

Goethe’den Rilke’ye

Batı Şiirinde Hz. Muhammed ve Nübüvvet Tasavvuru

Senail Özkan

“Sen şu Kur’an’dan önce hiçbir kitap
okumuyor ve onu sağ elinle yazmıyordun.
(Okuyup yazsaydın) o takdirde bâtıl peşinde koşanlar,
şüpheye düşerlerdi.”
Ankebût Sûresi 29, Âyet 48

Batı edebiyatında İslam ve Hz. Muhammed’e yönelik ilgi, Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’ndan Rilke’nin nübüvvet şiirine kadar uzanan bir süreklilik arz eder. Vahyin insana dokunduğu ânı büyük bir lirizmle tasvir eden Rilke, aslında Goethe’nin Doğu-Batı Divanı’yla başlattığı edebî ve kültürel temasın devamında kendi sesini bulur. Goethe, Muhammed Şemseddin Hafız’ın Divan’ına nazire olarak yazdığı Doğu-Batı Divanı (West-östlicher Divan, 1819) ile Şarkî İslam dünyasının kapılarını Alman edebiyatına açmıştır. “Şairler Prensi” bu Divan’ında İslam dünyasının sadece mitolojik, tarihî, efsanevî mevzularına el atmakla kalmamış, aynı zamanda İslam dinini düşünce planında şiiri ve sanatıyla kavramaya çalışmıştır. Müslüman şair ve sanatkârların insanın kurtuluşunun sanatla mümkün olduğunu herkesten önce söylediklerini vurgular. Arap, Fars ve Türk edebiyatının dâhilerine, güzide düşünür ve şairlerine, şair sultanlarına, nüktedanlarına Doğu-Batı Divanı’nda yer veren, onların şiirlerine nazireler yazan Goethe, bu şaheseriyle sadece çağını etkilemekle kalmamış, kendinden sonra gelen şair ve düşünürlere de yol göstermiş, onlara pek bilinmeyen İslam dünyası ve kadim kültürünün keşfinde kılavuzluk etmiştir. Doğu-Batı Divanı’nda Şark’ı 3000 yıllık tarihî oluşumu içerisinde kavramaya çalışan şair, düşüncesinin koordinatlarını şu mısralarla verir:

Wer den Dichter will verstehen,
Muss in Dichters Lande gehen;
Er im Orient sich freue,
Dass das Alte sei das Neue.

Şairi anlamak isteyen,
Şairin ülkesine gitmeli;
Şark’ta eskinin yeni
Olmasına sevinmeli

Johann Wolfgang von Goethe
(28 August 1749, Frankfurt – 22 March 1832, Weimar)
Rainer Maria Rilke
(4 Aralık 1875 – 29 Aralık 1926)

Garp’ın ve Şark’ın bundan böyle ayrılmaz bir bütün olduğuna inanan Goethe, hocası Herder sayesinde Şark’ın hazinelerini keşfetmiştir. Üç bin yıl önceki ateşperestler, onların din adamları Muğlar, şairin dünyaya gelmesinden bin dört yüz otuz iki yıl önce İslam dinini insanlığa tebliğ eden Hz. Peygamber, müslümanlar, Fars, Arap ve Osmanlı şairleri, dervişler, mizah ustası düşünürler Avrupa’nın bilge şairini büyülüyorlardı. Oysa şair kendi ülkesinde Avrupa’daki siyasi çalkantılardan, bitmek bilmeyen krizlerden, sosyal gerilimlerden öylesine bunalmıştı ki bir gün ansızın kendini Şark’ın baş döndüren yıldızlı gökyüzü altında buldu. Hicret başlıklı şiiri bu Şark havalarının eseridir; şairin, hayal dünyasında “tertemiz Doğu’ya hicret et[tiğinin]” belgesidir. Aslında Goethe, daha frapan bir delikanlıyken gönlünü kaptırmıştı Kur’an’da anlatılan kıssalara. Muhammed Kasidesi (Mahomed Gesang) bir dehanın, İslam peygamberine bakışını, onun hayat yolculuğunu kayalardan fışkıran berrak suyun bir vahdet nehrine dönüşerek okyanusa koşuşunu olağanüstü bir hissedişle, su ve akış metaforuyla tasvir eden muhteşem bir şiirdir.[1] Epeyce uzun olan bu kaside şöyle başlıyor:

Kayalıklardan fışkıran,
Şu neşe pınarına bakın,
Bir yıldız çakışı sanki;
Bulutlar üzerindeki
Yüce ruhlar 
Beslemiş gençliğini,
Kayalıklar arasında korulukta.

Doğu-Batı Divanı başka bir dinin inanç ve düşünce sistemiyle, yabancı bir kültür, edebiyat, şiir, sanat ve felsefeyle temastan doğan en yaratıcı ve en etkileyici eserlerin başında gelir. Bu eser, kalbin kan basmak için daralması ve genişlemesi (sytole ve diastole) gibi onun Faust’u ile birbirini tamamlar. Medeniyet ve kültürler başka kültürlerle temas etmek suretiyle kendi güçlerinin, sınırlarının farkına varır; düşünce ve sanat bu neviden temaslar sayesinde döllenir, gelişir, güçlenir. Cesaret ve samimiyet gerektiren bu temas olmadan düşünce ve irfanımız gelişmez, bilakis çoraklaşır, sığlaşır. Bu keyfiyet hemen bütün düşünce ve kültürler için geçerlidir. Bu anlamda Goethe’nin Doğu-Batı Divanı fevkalâde cesaretli ve yaratıcı bir atılımdır. Diyebiliriz ki Goethe’nin bu samimi teşebbüsü bir dalga oluşturmuş ve bu dalga yeni düşünce dalgalarına ortam hazırlamıştır. Hofmannsthal, Hesse, Rilke ve Muhammed İkbal gibi şair ve düşünürler Goethe’den sonra bu geleneği kıtalararasına taşıyan düşünce katarının güçlü temsilcileridir. Bazen bu şairlerden bazılarının Goethe ile hissediş ve düşünüş tarzlarının ne kadar birbirine yakın olduğuna, birbirine benzediğine ve zaman zaman aynı metaforları kullandıklarına şahit olunca şaşırmıyor değilim. 

Yukarıda Goethe’nin Hz. Peygamberi ve onun kutlu yolculuğunu su metaforuyla anlattığını söylemiştim. Şaşırtıcı olan şu ki, Avrupa’nın bu en güçlü mütefekkir şairinden yüz altmış yıl sonra şarkısını terennüm eden Rilke de Hz. Peygamber’e hayranlığını aynı metaforla anlatmaktadır: 

Muhammed her hâlükârda en yakındı; kadim dağları yarıp akan bir ırmak gibi kendine yol açarak tek Tanrı’ya yönelmiştir — öyle bir Tanrı ki, her sabah onunla hârikulâde bir şekilde konuşulabiliyor, üstelik sürekli “Orada kim var?” diye seslenilen, ama hiç kimsenin cevap vermediği “Mesih” denen telefon aracısına gerek olmadan.[2]

Rilke, mizacı icabı kozmopolit bir şairdi; idraki ve itikadı bütün kültürlere ve dinlere açıktı. Düşüncesinin kökleri hıristiyan kültürünü bütün derinlikleriyle kavrasa da, aslında Hıristiyanlıkla iyi geçinemiyordu; bu dinde ve kültürde kabullenemediği, kendisine itici gelen nice unsur vardı. Söz gelimi gotik mimariden hiç hazzetmezdi.[3] Oysa Kurtuba Camii, mimarisi ve damarlı iç kemerleriyle onu büyüler. Rilke, 4. 12. 1912 tarihinde Sevilla’dan Thurn ve Taxis Prensesi Marie’ye yazdığı bir mektupta hıristiyan istilasının Endülüs’te geriye bıraktığı rezaleti içtenlikle kınar ve âdeta ibretlik olsun diye bütün sarahatiyle gözler önüne serer:

[…] Toledo hafif atlatmış, hatta Córdoba bile. O cami; ama o ne hâle sokulmuş, ondan inşa edilmiş olan şey bir keder, bir acı, bir utançtır: o damarlı iç mekâna sıkıştırılmış kiliseler, insan onları, güzel saçlardaki düğümleri tarar gibi ayıklamak ister. Büyük kütleler gibi karanlığın içine saplanıp kalmış şapeller, oysa mekân Tanrı’yı durmaksızın, eriyen bir meyvenin suyu gibi yumuşakça yutmaya ayarlıydı. Hâlâ, o mekânda org sesini ve koro rahiplerinin karşılık vermesini duymak büsbütün dayanılmazdı (qui est comme le moule d’une montagne de Silence [sanki sessizlikten oluşmuş bir dağ misali]). Gayri iradi olarak insanın aklına şu geliyordu: Hıristiyanlık, Tanrı’yı sürekli olarak güzel bir pastayı keser gibi dilimliyordu; oysa Allah bütündür, Allah tamdır.[4]

Kurtuba Camii, İspanya

Buna mukabil Rilke, İslam dinine karşı dikkatli, alakalı ve saygılıdır. Hz. Peygamber’i hep daima derin bir ihtiramla yâd eder, büyük bir merakla okuduğu Kur’an’dan ise hayranlıkla söz eder. Şair Kurtuba ziyareti esnasında, Thurn ve Taxis Prensesi Marie’ye 17.12.1912 tarihinde yazdığı mektubunda hararetle Kur’an okuduğunu söylüyor:

“Bunu bilmelisiniz Prenses, ben Córdoba’dan beri neredeyse saldırgan bir Hıristiyanlık karşıtlığı içindeyim; Kur’an okuyorum, o bana yer yer öyle bir sesle hitap ediyor ki, kendimi onun içinde tüm gücümle hissediyorum, tıpkı org içindeki rüzgâr gibi. Burada insan kendini bir hıristiyan ülkesinde sanıyor, ama burada da o çoktan geride kaldı…[5]

Bu mektuptan bir gün sonra da Lou Andreas-Salomé’ye bir mektup yazar:

[…] Burada Kur’an okuyorum ve taaccüp ediyorum, hayretler içerisinde kalıyorum; yine bende Arapçaya müthiş bir heves ve istek var […]:

Evet, Kur’an’a ve Arapçaya duyulan bu “müthiş istek” yıllar içinde Hz. Muhammed’e hayranlığa dönüşecek ve ona sözleri kalbinin iç aynalarına akseden şu muhteşem şiiri sone tarzında söylettirecektir. Rilke’nin olağanüstü şairâne bir hissiyatla İslam dininin yüce peygamberine nübüvvetin gelişini tasvir ettiği bu sonesi Almanca orijinali ve benim tercümemle şöyledir:  

Rilke’nin “Hz. Muhammed’e Nübüvvetin Gelişi” Başlıklı Şiiri

İmdi bu şiir neden önemlidir ve burada ne anlatılmaktadır, ona bakalım. Evvela, Rilke’nin İslam’a, onun kutsal kitabı Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e yakınlığı yahut sempatisi nereden kaynaklanıyor? Rilke’nin hayat hikâyesine göz attığımızda onun İslam kültür coğrafyalarıyla farklı temas noktalarının olduğunu görürüz. Şair, Prag şehrinde dünyaya gelmişti, memleketi eski Avusturya idi, burada büyüdü ve burası Avrupa’nın Şark’a açılan kapısıydı. Osmanlı tarihi müverrihi büyük oryantalist Hammer von Purgstall’ın Avusturyalı olduğunu ve yine “kafiye ambarı” olarak tanınan şair ve oryantalist Friedrich Rückert’in burada Hammer’den ders aldığını unutmayalım. O Rückert ki Kur’ân-ı Kerim’i orijinal didaktik üslubuna ve neredeyse ses ritmine uygun olarak tercüme etmeği başarmış büyüleyici bir mütercimdi aynı zamanda. 

Rilke’nin daha kozasında bir şair olarak üniversite tahsiline başladığı yıllarda tanıştığı ve sonradan dost olduğu Lou Anreas Salomé ve eşi Fars filologu meşhur Oryantalist Friedrich Karl Andreas da şairin Şark dünyasına ve İslam kültürüne duyduğu alaka ve sempati de büyük rol sahibidirler. Şair Rilke, Lou Andreas Salome ile Rusya’ya yaptığı seyahatlerde sadece Tolstoy’la tanışmamış, bilakis oradaki müslüman halk topluluklarıyla da karşılaşma ve görüşme fırsatı bulmuştu. Bir epizot kabilinden de olsa bu görüşmeler onun hayatında etkili olmuş ve müslümanlara karşı bir sempati oluşturmuştur.

Öte yandan Fars filoloğu Profesör Andreas’ın teşviki ve tavsiyesiyle okuduğu Kur’an tercümelerinden İslam dini ve onun peygamberi Hz. Muhammed hakkında kısmen bir kanaatinin oluştuğunu ve bunun yıllar içinde pekiştiğini söyleyebiliriz. 

Rilke’nin “Hz. Muhammed’e Nübüvvetin Gelişi” başlıklı şiiri, 1903-1908 arasında yazdığı Neue Gedichte (Yeni Şiirler)’i arasında bulunmaktadır. Heykeltıraş Rodin’in sekreterliğini yaptığını ve bu zaman zarfında Rodin’den kendi tabiriyle “görmeği öğrendi”ğini biliyoruz; zira sanatın hemen her dalında yaratıcılığın sırrı “görmekte” yatmaktadır. Burada söz konusu edilen “görme” alelâde bakma ve görme değildir. Tam aksine uzun süre “temaşa” etme, seyretme, sezgiyle bakma ve eşyanın merkezine, özüne nüfuz etme, mahiyetini kavrama ve sanat nesnesinin belirleyici karakterini keşfetme hadisesidir. Sanatta yaratıcılık için bu neviden “temaşa” o derece önemli ve şarttır ki Rilke daha sonra, “Evet, gerçekten temaşa edilen her şey, şiir olmak zorundadır!”[6] diyecektir. Rilke’nin şiir anlayışının kriteri şudur; eğer bir şair, insanî halleri ve tecrübeleri dil marifetiyle şeyleştirebiliyorsa yani nesne haline getirme istidadı ve kudreti varsa şairdir. Rilke, heykeltıraş Rodin ve ressam Cezanne’den öğrendiği yaratma metoduyla yazdığı şiirlere “nesne-şiirler”i (Dinggedichte) kategorisinde mütalaa etmektedir.

Genel mânada Rilke’nin şiire bakışını, şiir anlayışını ve sanat hadiselerinde yaratıcılığa hangi zaviyeden baktığını bu kadarla belirttikten sonra, şimdi asıl şiirimize yani şairimizin “Hz. Muhammed’e Nübüvvetin Gelişi” başlıklı şiirine dönebiliriz. 

Rilke’nin, Hz. Peygamber’i yüceltmek için yazdığı anlaşılan “Hz. Muhammed’e Nübüvvetin Gelişi” başlıklı bu şiiri Batı’da en çok kullanılan sone formundadır. Şairin bilhassa bu şiir şeklini yani soneyi seçmesinin bahanesi, sonenin tasvir etmek için fevkalâde uygun olmasıdır. Zaten dikkat edilecek olursa şiire başından sonuna tasvir hâkimdir. Şair olağanüstü bir “temaşa” ve hissedişle içselleştirdiği Hz. Muhammed’e peygamberliğin gelişi hadisesini ayniyle tasvir etmektedir. Ancak bu öylesine bir hissediş ve tasvirdir ki tasvir edilenlerle tasvir eden aynileşmiş gibidir. Şiirde Hz. Muhammed’e nübüvvetin gelişi, Kur’an’da anlatıldığı şekline sadık kalınarak anlatılırken, anlatan lirik ben ile tasvir edilen Hz. Peygamber ve vahiy meleği Cebrâil arasındaki sınırlar ortadan kaldırılmış ve dil vasıtasıyla bir “sanat hadisesi”, “sanat-nesnesi” gözlerimizin önünde teşekkül ettirilmiştir. Vahiy meleği, Hz. Peygamber’i “oku!”/maya davet ederken lirik bene sanki bir seyirci rolü verilmiştir. 

Şiirin kafiye düzeni, yarım ve tam kafiyeler, iki dörtlüğün Enjambman (ulantı) yoluyla birbirine bağlanması, aliterasyonlar ve vurgulamalardaki değişiklikler ve yapı bütünlüğünü kıran unsurlar Avrupa’da sık kullanılan sone formuna bambaşka bir mükemmellik kazandırır; ancak biz burada şiirin formundan çok muhtevasıyla alakadar olmak niyetindeyiz. 

Bu bağlamda şunu vurgulamadan edemeyeceğim: Birazcık şiirden anlayan kişizâde, şiiri okurken ister istemez riayet etmesi gereken birçok duraklama ve yine şiirin akışını yavaşlatan üslup öğeleri arasındaki biçimsel çelişkilerle karşılaşacaktır. Aslında bunlar Hz. Muhammed’in o an yaşadığı ruh gerilimini yansıtmaya yarayan ve şair tarafından bilinçli olarak kullanılmış öğelerdir. Keza bu duraklamalar sebebiyle şiirin ritmi ağırlaşır ve okuyucu üzerinde ciddi ve mütereddit bir etki yaratır. Ancak unutmamak gerekir ki bu durum nübüvvetin tebliği esnasında yaşanan atmosfer göz önünde bulundurulduğunda, gerçekleşen olay esnasındaki hal diline gayet uygundur ve şair fevkalâde isabet kaydetmiştir. 

Rainer Maria Rilke, Rippoldsau/Almanya

Kısaca şiirde mevzu edilen olay şudur: Hz. Muhammed Hira Mağarası’nda inzivada tefekkür halindeyken, vahiy meleği Cebrâil karşısında belirir ve vahyi tebliğ etmeye başlar. Hz. Muhammed, Tanrı’nın elçisinin “Oku!” buyruğuna, “Ben okuma bilmiyorum” diye karşılık verir. Cebrâil’in buyururcasına ısrarı üzerine nihayet Hz. Peygamber, kendisine söyleneni yapar, Cebrâil’in öğrettiğini tekrar eder ve okumayı başarır.

Şairin burada tasvir etmeye çalıştığı şey, malum olduğu üzere Kur’an’ın Alak sûresinde; “Oku O yaratan Rabbinin adıyla! İnsanı bir kan pıhtısından yarattı! Oku, O, cömertliğinin sonu olmayan Rabbindir! Kalem ile (yazmayı) öğreten de…” âyetleriyle anlatılan nübüvvet gelişi hadisesidir.

Ankebût sûresinin 48. âyetinde bildirildiği üzere aslında ümmî olan yani okuma yazma bilmeyen Hz. Muhammed, tebliğ edilen vahyi kabullenmek suretiyle aynı zamanda ilahî bilgiye mazhar olur, içten aydınlanır. 

Bilindiği üzere Platon, “Bilgi aslında yaratılmadan önce bilinen bir şeyin hatırlanmasıdır” der. Bu bağlamda şair, bezm-i elestte Allah’la yapılan anlaşmayı bize hatırlatıyor. Buna göre Hz. Muhammed,  orada yaratılmadan önce verilen sözü, insanla Allah arasındaki “Kadim Sözleşme”yi hatırlar:  “Hani dağı onların üzerine bir gölgelik gibi kaldırmıştık da onun üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. (O zaman onlara:) Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırlayın ki, sakınıp korunabilesiniz, dedik” (A‘raf 7/171). Bütün bu bilgilere vâkıf olduğu için Rilke, sonesinde ikinci üçlü kıtasının 2. mısraında bu bilgiyi hatırlar:

Und war schon einer, der gelesen hatte…
Ve sanki o çoktan beri okumuş biriydi.

Şiirin ilk iki dörtlüğünde, kendisine peygamberlik gelmeden önceleri zaman zaman mağaraya –ki bu mağaranın Hira Dağı’nda olduğunu zikrettik- çekilerek dua ve tefekkür eden Hz. Muhammed’in “yorgun ve dalgın” olduğu, vahiy meleğinin önünde belirdiğinde yaşadığı korkulu hali tasvir edilir. Şu var ki Hz. Muhammed, Cebrâil’in vahyi tebliğ etmesinden sonra peygamberlik vasfına haiz olur ve burada çok radikal bir değişiklik gündeme gelir; çünkü başlangıçta “buyurgan” bir tavır içerisinde olan vahiy meleği, Hz. Muhammed peygamberlik beratını aldıktan sonra onun önünde eğilir. Üstünlük artık Peygamber’e geçmiştir çünkü Peygamber dünyevî bilginin çok fevkinde bilgilerle, ilahî bilgiyle donatılmıştır. Şiirin 2. kıtasının son mısraındaki;

ein solches Wort, zu viel für einen Weisen.
Ziyadeydi o arif için bu neviden bir söz, bir tek.

“Bu neviden bir söz” Allah’ın kelamına, ilahî sözüne işaret etmektedir. Peygamber olduktan sonra Hz. Muhammed, artık beşerî bilginin çok ötesinde ilahî bilgiye sahiptir; Allah’ın kelamını tebliğ etme misyonunu üstlenmiştir, başka bir ifadeyle o zamana kadar bir tabula rasa (beyaz boş bir sayfa kâğıt) gibi olan bilinci, muhayyilesi bundan böyle Allah’ın âyetleriyle, ilahî bilgiyle dolmaya başlamıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse burası şiirin doruk noktasıdır. Burada Rilke, Hz. Muhammed’in Tanrı’nın huzurunda verdiği mücadeleyi derin bir hissiyatla kavramış ve şiirinde kelime tercihi mücadelesi alanına dönüştürmüş ve bunu mısralarında yansıtmayı başarmıştır.  

Sonenin ilk iki dörtlüğünde gittikçe artan gerilim; bir perspektif değişikliğiyle şiirin ikinci bölümünde, yerini bir “iniş şarkısı”na bırakır; üçlü kıtaların hemen her mısraında kelimelerin alevi hafifler, gerilim düşer. Hz. Muhammed’in ikinci dörtlükteki hasbî, alçakgönüllü ve savunmacı tavrı, birinci üçlü kıtanın son mısraında Cebrâil’in “Oku!” emrini tebliğ etmesinden sonra, tabiri caizse radikal bir dönüşüm geçirir. Peygamber zorlu mücadeleden sonra okumayı başarınca yani vahyi kabul edince o âna kadar güçlü olan melekten, Cebrâil’den daha üstün bir konum, makam kazanmış olur. Cebrâil daha önce savunmacı, alçakgönüllü bir tavır sergileyen Peygamber’in önünde eğilir. 

Şiirde dikkat çeken başka bir nokta da, 2.üçlü kıtadaki

Da las er: so, daß sich der Engel bog.
O vakit okudu: Öyle ki melek önünde eğildi.

mısraındaki “O vakit okudu” ifadesinin geçmiş zaman kipinden 

Und war schon einer, der gelesen hatte
Ve sanki o çoktan beri okumuş biriydi

mısraında “okumuş”tu şeklinde geçmiş zamanın hikâyesine kaydırılıyor olmasıdır. Böylece Peygamber, sadece dünyevi zamanla tahdit edilmez, bilakis üstü kapalı olarak bezm-i eleste atıf yapılarak geçmiş zamanı da kapsayacak şekilde bilgisinin sınırları açılır. 

Aynı şekilde şiirin en son mısraında da,

und konnte und gehorchte und vollzog.
Yapabildi, itaat etti ve de yerine getirdi.

derken, “yerine getirme faaliyeti” gelecekte olacağı için şiirin ucu açık bırakılmış ve okuyucu Peygamber’in gelecekte gerçekleştireceği faaliyetlere yönlendirilmiştir.

Görüldüğü üzere peygamberlik gelmeden önce insanları kendi sözüyle etkileyen ve kendisinden “emin” olunan Hz. Muhammed, nübüvveti kabul ettikten sonra “ilahî söz” ile, âyetlerle sadece insanları değil melekleri de tesir alanına çekmiş ve önünde eğilmelerini sağlamıştır.  

[1] Bu şiirin mufassal yorumu için bkz.: Goethe, Doğu Batı Divanı, Tercüme, yorum ve açıklamalar: Senail Özkan. Ötüken Neşriyat, İstanbul 2021, s. 100-147.

[2] Rilke, Brief an Marie Taxis vom 17.12.1912. Rainer Maria Rilke und Marie von Thurn und Taxis, Briefwecksel, Bd. I, besorgt durch Ernst Zinn, Zürich 1951. Bd. I içinde, s.246.  

[3] Rilke, “Tanrı’dan Hikâyeler” adlı eserinde Hıristiyanlığı şöyle yorumluyor:

“Bir sonraki sefer Tanrı tekrar yeryüzüne baktığında dehşet içinde kaldı. Açılmış ellerin yanında pek çok gotik kiliseler inşa edilmişti. Bu eller kendisine doğru uzatılmıştı ve çatılar, sivri ve keskin, tıpkı düşman silahları gibi yukarı doğru yükseliyorlardı. İlahi, bu nasıl bir kahramanlık!”  (SW IV, s. 359)

[4] Rainer Maria Rilke und Marie von Thurn und Taxis, Briefwecksel, Bd. I, besorgt durch Ernst Zinn, Zürich 1951, S.240. Rilke’ye hâmilik etmiş olan Thurn und Taxis Prensesi Marie ise 5.11.1912 tarihinde Rilke’ye yazdığı bir mektubunda âdeta yüreğini ortaya koyarak şöyle haykırır vicdanının sesini: “Balkanlarda görünüm ne kadar karanlık – gelecek ne kadar ürkütücü – ve İstanbul, İslam’ın son rüyası – yakında bu çetelerin eline düşecek. Bu dört Balkan Kralından üçü tam bir haydut, dördüncüsü para düşkünü bir zayıf – ve sanki Yehova onların safında savaşıyor. Ah Serafico [Rilke’ye Serafico diye hitap ediyor. Mistik, ilahî, saf ve Tanrı’ya en yakın kimselere böyle hitap edilir. S.Ö], İstanbul’un camileri!”

[5] Rainer Maria Rilke und Marie von Thurn und Taxis, Briefwecksel, Bd. I, besorgt durch Ernst Zinn, Zürich 1951, S.245.

[6] Rilke, Rainer Maria: Briefe und Tagebücher aus der Frühzeit 1899 bis 1902. Herausgegeben von Ruth Sieber-Rilke und Carl Sieber, Leipzig1933, S. 266.

Senail Özkan

21 Ekim 1955’te Gümüşhane’de doğdu. 1974’te başladığı Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümünden 1978’de ayrılarak Almanya’ya gitti. 1979-1985 yılları arasında Bonn Üniversitesi’nde felsefe, Alman edebiyatı ve sosyoloji öğrenimi gördü. 1998’de Türkiye’ye döndü ve hayatını felsefeci, yazar ve mütercim olarak sürdürmeye başladı.

Telif eserleri arasında şunlar bulunmaktadır: Mevlâna ve Goethe (2006), Nietzsche: Kaplan Sırtında Felsefe (2004), Schopenhauer: Paradokslar Üzerinde Raks (2006), Aşk ve Akıl Doğu ve Batı (2006), Ölüm Felsefesi (2013), Goethe’den Doğu-Batı Divanı (2009), Genç Werther’in Istırapları (2014), Faust (2022).

Çevirileri arasında ise: Hammer’den İstanbul ve Boğaziçi I (2011), Katharina Mommsen’den Goethe ve İslam(2012), Goethe ve Dünya Kültürleri (2015), Annemarie Schimmel’den Yunus Emre ile Yollarda (1999), Ben Rüzgârım Sen Ateş (1999), Muhammed İkbal (2007), Şark Kedisi (2009) sayılabilir.

Özkan, Doğu-Batı Divanı tercümesiyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin Çeviri Ödülü’ne (2009) layık görülmüş; ayrıca çeviri ve telifleriyle Türk kültürüne katkılarından ötürü Star gazetesi tarafından verilen Necip Fazıl Kısakürek Ödülü’ne (2015) değer bulunmuştur.

Senail Özkan

21 Ekim 1955’te Gümüşhane’de doğdu. 1974’te başladığı Hacettepe Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümünden 1978’de ayrılarak Almanya’ya gitti. 1979-1985 yılları arasında Bonn Üniversitesi’nde felsefe, Alman edebiyatı ve sosyoloji öğrenimi gördü. 1998’de Türkiye’ye döndü ve hayatını felsefeci, yazar ve mütercim olarak sürdürmeye başladı.

Telif eserleri arasında şunlar bulunmaktadır: Mevlâna ve Goethe (2006), Nietzsche: Kaplan Sırtında Felsefe (2004), Schopenhauer: Paradokslar Üzerinde Raks (2006), Aşk ve Akıl Doğu ve Batı (2006), Ölüm Felsefesi (2013), Goethe’den Doğu-Batı Divanı (2009), Genç Werther’in Istırapları (2014), Faust (2022).

Çevirileri arasında ise: Hammer’den İstanbul ve Boğaziçi I (2011), Katharina Mommsen’den Goethe ve İslam(2012), Goethe ve Dünya Kültürleri (2015), Annemarie Schimmel’den Yunus Emre ile Yollarda (1999), Ben Rüzgârım Sen Ateş (1999), Muhammed İkbal (2007), Şark Kedisi (2009) sayılabilir.

Özkan, Doğu-Batı Divanı tercümesiyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin Çeviri Ödülü’ne (2009) layık görülmüş; ayrıca çeviri ve telifleriyle Türk kültürüne katkılarından ötürü Star gazetesi tarafından verilen Necip Fazıl Kısakürek Ödülü’ne (2015) değer bulunmuştur.