Osmanlı’da Karagöz,

Tasavvuf ve Musiki

Kutbünnâyî Niyazi Sayın’ın Anısına

Niyazi Sayın

Osmanlı’da Karagöz, Tasavvuf ve Musiki

Kutbünnâyî Niyazi Sayın’ın Anısına

Niyazi Sayın

Read in English
(The English translation was done with the help of AI)

İSAM, 1 Temmuz 2005

Metinleştirme: Arzu Güldöşüren

Muhterem hâzirun huzurlarınıza bir konferansla değil de bir sohbetle gelmiş bulunuyorum. Aslında biraz musiki içinde olmam onun dışında diğerlerini de amatör bir pay ile çalışmam münasebetiyle bir şeyler yapmaya çalıştık ve buna beşikten mezara kadar denilen bir anlayış içerisinde devam etmekteyiz. Karagöz, tasavvuf ve musikiyi bir araya getirmek suretiyle bir sohbet düzenleme kararını aldık daha evvel. Onun için biraz Karagöz, biraz Karagöz’ün tasavvufla olan münasebeti ve musikiden bahsetmek istiyorum.

Karagöz, birçok milletin bünyesinde olan bir oyun sistemidir. Kimisi Çin’den geldiğini söyler, kimisi işte Sultan Orhan zamanından bu yana bu işin Osmanlı’da zuhur ettiğini söyler. Fakat yapılan araştırmalara göre, milattan iki asır evvel Çin’de olduğunu, dört asır evvel Hindistan’da olduğunu söylüyorlar. Her milletin kendi bünyesi içerisinde Karagöz sistemi var, bir oyunu var. Buna göre bu milletler kendi hallerini, edebiyatlarını, tarih ve musikilerini bu surette bir oyunda yayınlamak fırsatı bulmuşlardır. Biz de tabii biliyorsunuz Sultan Orhan zamanında Bursa’da zuhur eden bir mesele münasebetiyle Karagöz oyunu aşağı yukarı Bursa’dan zuhur ettiğini biliyoruz. Fakat bu oyun o hale gelmiş ki artık gündelik hayat içerisinde çeşitli sınıflara hitap eden bir oyun sistemi olmuştur. Konya’da Mevlevî çilesine soyunmuş olan Bedir Sıdkı Dede isminde bir zat dergâhta çilesini çektiği sıralarda Nemse’den bir mektup gelir. Fakat Nemseceyi kimse bilmediği için sağa sola başvururlar. Nihayet Bekir Sıdkı Dede bu lisanı bildiğini ve mektubu okuyabileceğini ifade eder. Vaziyet çelebiye arz edilir. Çelebi huzuruna çağırarak mektubu okutur. Sıdkı Dede, Cenâb-ı Mevlânâ’nın huzuruna gelip Mevlevî çilesine soyunduğunu ve aynı zamanda mesnevîhanlık görevini icra ettiğini belirtir. Ve o hal münasebetiyle çelebi de kendisini mesnevîhan olarak ilan eder, bir de bu vazifeyi tevdi eder. Bu zatın elimizde bir sahife yazma eseri de bulunur. Kendisi aynı zamanda da hattattır. Onu size olduğu gibi arz etmek istiyorum.

Niyazi Sayın, İSAM Konferans Salonu (1 Temmuz 2005)

Mahalle kahvesinde Karagöz (Salih Erimez, Tarihten Çizgiler, 1941)

Hayâl ve Karagöz

Havas beyninde “Hayâl”, avam ve sıbyan beyninde “Karagöz” oyunu ki terbiye ve edep dâhilinde oynatılırdı, bâ-husus oyuncu olan kimse de zurefâdan bulunursa, ezher cihet mûcib-i ibret ve intibâh bir oyundur. Hatta çeşm-i ibretle nazar olunduğu halde, seyri hayâlin cevâzına dair Fenârî ve Ebüssuûd gibi ezher cihet sikadan bulunan zevât-ı kirâmın fetâvası bile vardır ki kıt‘a-i âtiyye Mevlana Fenâri’nin fetâvasından müstahrecdir. Herkes beynindeki şöhretine nazaran bu oyun, temsil-i vahdet nokta-i nazarından icat edilerek, mucidi de Bursa’da, Hükümet Caddesi’nde medfun, Şeyh Küşterî nâmındaki zurefâ-yı irfandan bir zat imiş. Olunan rivayete nazaran Yıldırım Bayezid Han devrinde Hacı İvaz, Hacı Evhad avam lisanında Hacivat ve Karagöz namlarında iki nekre-gûnun alâ tarîki’l mülâtafe münazaraları Şeyh Küşterî tarafından perde-i hayâlde gösterilerek meydana gelmiştir.

Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin birinci cildinin 654. sahifesinden itibaren melʻabe-i hayâle dair nev-ummâ hurâfâtı andırır nakliyatına göre Hacivat’ın Alâeddin-i Selçukî zamanında Mekke ile Bursa arasında âmed şüd eden bir sâî olup beyne’l-haremeyn eşkıyâ-yı urbân tarafından katlolunarak Bedr-i Huneyn’de defn olunduğu, Karagöz’ün de Kırkkiliseli olup imparator Kostantin’in sâîsi bulunduğu ve bunların muhavereleri Yıldırım Bayezid Han devri zurefâ-yı mukallidîninden, Kör Hasan namında bir nekregû tarafından perde-i hayâlde gösterilerek, huzûr-u Bayezid Han’da icrâ-yı lu‘biyât edildiği anlaşılıyor. Lakin, İmâm-ı Şaʻrânî isminde bir zat-ı şerifin eserinde Şeyhü’l Ekber’in el-Fütûhâtü’l Mekkiyye’sinin 317. faslından naklen “Hicab-ı halk arkasında olarak Cenâb-ı Hakk’ın hakikaten fâil-i muhtar olduğunu bilmek isteyen hayâl-i sitâre ile sûretlerine nazar eylesün” diyerek başladıkları babda melʻabe-i hayâle sıbyanın inhimâklarını ve ehl-i vaktin bu melʻabe’den meânî-i dakîka istinbat ettiklerini mufassalan beyan eylediklerine ve Şeyhü’l Ekber’in vefatı ise herhalde Şeyh Küşterî’den mukaddem yani 638 tarihli olduğuna nazaran bu oyunun Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin vatan-ı aslîleri olan Endülüs kıtasındaki Araplar beyninde dahi sitâre ismiyle benâm olarak mevcut idüğü müsteban oluyor. Her ne hal ise zurefâ-yı urefâ bu oyun hakkında pek çok temsilât-ı zarîfâne yapmışlar ve birçok manzumeler yazmışlardır. Ez-cümle Karagöz’ün kabri ki Bursa’da nâzım-ı Mevlid-i Nebevî, meşhur Süleyman Dede Hazretleri’nin yakınında ve yolun sağ cihetinde görülmektedir.

Böyle bir eser mevcuttur, elimizde. Bekir Sıdkı Dede’nin, Karagöz hakkındaki görüşlerini size arz ediyorum.

Karagöz’de oyun başlamadan evvel ve oyunun arasında ve oyunun sonunda manzum olarak yazılan parçalar vardır ki, nazarıdikkatinize arz ederim. Tasavvufi mahiyeti arz eden güzel eserlerdir. Size bunlardan bir iki tane okumak istiyorum.

Karagöz’de oyun başlamadan evvel ve oyunun arasında ve oyunun sonunda manzum olarak yazılan parçalar vardır ki, nazarıdikkatinize arz ederim. Tasavvufi mahiyeti arz eden güzel eserlerdir. Size bunlardan bir iki tane okumak istiyorum.

Nakş-ı sun’un remz eder hüsnünde rü’yet perdesi
Hâce-i hükm-i ezeldendir hakîkat perdesi

Sîreti sûrette mümkündür temâşâ eylemek
Hâ’il olmaz ayn-ı irfâna basîret perdesi

Her neye îmân ile baksan olur iş âşikâr
Kılmış istilâ cihâna hâb-ı gaflet perdesi 

Bu hayâl-i âlemi gözden geçirmektir hüner
Nice kara gözleri mahv etti sûret perdesi 

Şem‘-i aşka yandırıp tasvîr-i cismindir geçen
Âdemi âmed şüd etmekte azîmet perdesi 

Hangi zılle ilticâ etsen fenâ bulmaz acep
Oynatan üstâdı gör kurmuş muhabbet perdesi 

Dergeh-i Âl-i Abâ’da müstakîm ol Kemterî
Gösterir vahdet elin kalkdıkça kesret perdesi

Bu son beyite dikkatinizi celbederim.

“Dergeh-i Âl-i Abâ’da müstakîm ol Kemterî,
Gösterir vahdet elin kalkdıkça kesret perdesi.”

Bir tane daha okuyorum.

Bu perde çeşm-i ehl-i zâhire bir nakş-ı sûrettir
Rumûz erbâbına ammâ ki temsîl-i hakîkatdir 

Cihâna benzedüp Şeyh Küşterî bu perdeyi kurmuş
Müşâbih eylemiş ecnâsa tasvîri ne dikkatdir

Heveskâr-ı safâya neş’e bahş eyler bunun seyri
Hakîkat-bîn olan erbâb-ı tabʻa ʻayn-ı ‘ibretdir

Ne var bilmez verâ-yı perdede kimse budur tahkîk
Lisân-ı hâl ile hâl-i cihânı bir hikâyetdir

Eğer dikkat olursa Karagöz’le Hacı Evhad’a
Meâlin fehmeden ehl-i kemâle başka hâletdir 

Nice ma‘nâ olur melhûz  tahtında bunun seyret
Nikâtın anlasın ehli deyu ‘arz-ı nezâketdir 

Sönünce şemʻi eşhâs-ı suver nâbûd olur birden
Cihânın bî-bekâ olduğuna işte işâretdir (1)

Niyazi Sayın, Feridun Özgören, İbrahim Kalın, Sinan Uluant (sağdan sola)

Son devrin Merdivenköy Bektaşî Tekkesi şeyhlerinden, babalarından olup tekkenin dış kapısına bir namazgâh yaptıran, zamanını camide, tekkede geçiren Mehmet Ali Baba isminde bir zatın divanından bir parçayı size arz edeceğim. Bu da bir Karagöz için bir güzel perde gazelidir, onu okuyorum.

Bezm-i hestîde kurulmuş zıll-i hikmet perdesi
Gösterir nakş-ı ezelden sunʻ-i kudret perdesi

Kıssadan ârif olanlar hisse almakdır garaz
Karagöz’dür oynayan ammâ bu ibret perdesi

Bu hayâl-i enfüs ü âfâkı seyrân etdiren
Sâniʻin te’sîridir göz göre rü’yet perdesi

Âlem-i eşbâha âmed-şüd eden her bir nüfûs
Kendi fiʻlin zâhir eyler mazhariyyet perdesi

Yek nazar kıl âlem-i maʻnâda zât u sûrete
Keşf ola tâ kim sana bu sırr-ı vahdet perdesi

Nûr-ı Hakk’dır gösteren her zılli verâ-yı perdeden
Kurmuş üstâd-ı ezel zâhirde sûret perdesi

Bende ol Âl-i Abâ’ya sıdk ile Hilmî müdâm
Açılır bâb-ı Ali’den Hakk’a vuslat perdesi (2)

Musikimizde de çok kıymet arzeden güfte bakımından bilhassa ve tarikat-ı Halvetiyye’den bir zat olan Nakşî-i Akkirmânî Ali Efendi’nin (ö. 1065 / 1655) bu eserinden çok şairler faydalanmışlar, bestekârlar da istifade etmişlerdir. Hatta Arazbar ve Bayatî-Araban makamında, belki sizler bunu bilirsiniz bilhassa Bayatî-Araban makamında, “Eyâ sen sanma kim senden bu güftârı dehân söyler” diye bir eser vardır, -güzel bir ilahidir. Efendim bu zatın da perde gazeli olarak yazdığı bu parçayı size arz ediyorum.

Eyâ sen sanma kim senden bu güftârı dehân söyler
Veyâ terkîb olan unsur yâhud lahm-i zebân söyler

Seni evvel sana bildirmek murâdın kasd edüp Mevlâ
Anâsırdan giyüp bir don yüzünden tercümân söyler

Hayâl-i zıll yeter ibret görünen hayme-i tende
Değildir nutkeden sûret derûnunda duran söyler

Şular kim bilmedi nefsin “aref”den almadı dersin
Değildir Hakk’a ârifler özün bilmez yalan söyler

Kimindir bunca cümbüşler kimindir nutkeden cevher
Özünden olmadın ârif özünden özge kân söyler

Yaratdı cümle eşyâyı özün pinhân edüp anda
Göründü nice bin yüzden velî kendi nihân söyler

“Sekâhüm Rabbühüm” hamrin içen âşıklar ey Nakşî
Erer maʻşûkuna anlar mekândan lâ-mekân söyler

Çekirge’de Karagöz’e ait olduğu ileri sürülen mezar (Osmangazi/Bursa)

Ahzâb sûresinin 72. âyetinde Cenâb-ı Hakk’ın bizlere vermiş olduğu kıymet, fakat bizim o kıymeti takdir etmemiz icap ederken, ehlullahtan bir zatın innehu kâne zalûmen cehûlâ âyetinde verdiği mâna, aynaya bakıp da kendi esrarımızı, güzelliğimizi göremediğimizden dolayı, Hak’tan Resûlullah’tan mahrum yaşadığımıza dair bir tefsiri var. Bunun yanında yine Şûrâ sûresinin 23. âyetinde Allah’ın bizlerden istediği bir mesele var: “Kul lâ es’elukum aleyhi ecran illel meveddete fîl kurbâ. Ben hafız değilim. Kusur yaparsak beni bağışlarsınız herhalde. Burada da ben sizden bir şey istemiyorum. Ancak kurbâya, Ehlibeytime muhabbet edin istiyorum. Bu muhabbet, bu meveddet meselesi çok mühim üzerinde durulması icap eder. Bu da ancak bizlere bu muhabbetin yapılması için emredilen bir mesele Hak tarafından. Ehlibeyt’e muhabbet zaten Karagöz perde gazelinin en sonunda da Ehlibeyt’e muhabbet edilmesini emreden şairler bu felsefeyi oraya da koymuşlar. Burada daha çok âyetler vardır. Bu hususta nazarıdikkatimizi celbetmek üzere bu hususta düşünmemiz herhalde çok iyi olur. Tasavvufun ilim olarak bir hayli tarifleri var. Hak ile Hak olmak, sivâdan kalbi pâk etmek bu hususta ilahiler de vardır. Bendeniz şöyle düşünüyorum, biraz kestirme konuşmasını severim. Tasavvufun özünü “Resûlullah’a karşı olan muhabbet, onu anlamak için hayatını devamlı surette yaşamak, Resûlullah’la yaşamak” diye düşünüyorum. Bu hususta ilahiler yapılmış, besteler yapılmış, lâ-dinî ve dinî eserlerde bunu görmekteyiz. Karagöz oyununda da bu hal gözüküyor. Çocuklara oynatılan Karagöz’de bunlar ortaya konulmaz. Havassa olan Karagöz’de, urefâya oynatılan Karagöz’de de efendim, bu felsefe devamlı ortaya konmuştur her daim. Herhalde takdir edersiniz ki, padişahın huzurunda oynatılan bir Karagöz’ün, çocuklara oynatılan bir Karagöz’le alakası olmaması icap eder. Karagöz oyununda müzisyenlerimiz çok hizmet etmişler, bugün elimizde  notası bulunan 210 bin parça Karagöz eseri mevcut. Dellâlzâde İsmâil Efendi (ö. 1286 / 1869), Hamâmîzâde İsmâil Dede Efendi (ö. 1846), Ebûbekir Ağa (ö. 1172/1759), Buhûrizâde Mustafa Itrî Efendi (ö. 1123/1711), Abdülkādir-i Merâgī (ö. 838/1435) gibi büyük bestekâr ve insanların eserlerinin Karagöz oyununda terennüm edildiğini biliyoruz. Karagöz oyununda pişekâr, kavuklu, zenne, acem havaları, Kayseri havaları vesaire, muhacir havaları ve buna benzer perdeye çıkacak olan şahısların taklitleriyle bunlara ait eserler de bestekârlarımız tarafından bestelenmiştir. Çok kıymetli Karagözler yetişmesiyle memleketimizde, bilhassa Osmanlı devrinde Karagözcü Kâtip Salih ile beraber Karagöz oyunu biraz bozulmaya yüz tutmuştur. Müştak Baba, Karagözcü Ömer Efendi ve benzerleri gibi kıymetli Karagözcülerin, tasavvufi eda ve mânayla Karagöz oynatmış olduklarını da çok hürmet ettiğiniz manen kıymetli olan zevât-ı âliyyeden öğrenmiş bulunuyoruz. Sizleri bu hususta fazla rahatsız etmemek arzusundayım. Benim Karagöz hakkında, tasavvuf ve musiki hakkında söyleyeceğim bundan ibaret. Vaktinizi fazla almamak suretiyle musikimize sizi bırakmak arzusundayım. Beni dinlediğiniz için teşekkürlerimi arz ederim efendim.

[1] Ali Rıza Bey, İstanbul Hayatı, 145-148. Uzun (ed.), Sırâtımüstakim Mecmuası, 251-252.

[2] Hilmi Dedebaba, Dedebaba Dîvânı, 355.

Kaynakça

Balıkhane Nazırı Ali Rızâ Bey. Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı. Nşr. Ali Şükrü Çoruk. İstanbul: Kitabevi, 2001.

Uzun, Mustafa İsmet (ed.). Meşrûtiyet’ten Cumhuriyet’e Yakın Tarihimizin Belgesi 1908-1925 Sırâtımüstakim Mecmuası. İstanbul: Bağcılar Belediyesi, 2013.

Mehmed Ali Hilmi Dedebaba. Mehmed Ali Hilmi Dedebaba Dîvânı. Nşr. Gülbeyaz Karakuş. İstanbul: Revak Kitabevi, 2012.

Niyazi Sayın
(12 Şubat 1927 – 8 Ekim 2025)

 

 

Üsküdar/İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Üsküdar Paşakapısı’nda tamamladı; lise öğrenimine Haydarpaşa ve Beyoğlu’nda başladıysa da dönemin savaş sonrası ekonomik koşulları sebebiyle eğitimini sürdüremedi. 1947’de Mustafa Düzgünman’la tanışması, geleneksel sanatlarla ve ney meşkiyle irtibat kurduğu döneme rastlar. 4 Mart 1948’de ilk ney derslerini Gavsi Baykara’dan almaya başladı; 21 Ocak 1949’dan itibaren Halil Dikmen ile yaklaşık on beş yıl süreyle düzenli meşk yaptı.

1950’li yıllarda İstanbul Radyosu Müzik Yayınları’nda ney icracısı olarak görev aldı. 1956-1969 yılları arasında İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde yer aldı. 1976’dan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nda öğretim görevlisi olarak çalıştı ve Nefesli Sazlar Anabilim Dalı’nda görev yaptı. 1980 yılında ABD’de Seattle Üniversitesi’nde Türk musikisi eğitimi bağlamında dersler verdi. Müzik dışındaki faaliyetleri arasında ebru, fotoğraf ve geleneksel el sanatlarıyla ilgili çalışmaları da bulunmaktadır. 2009 Kültür ve Turizm Bakanlığı ile 2014 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’ne lâyık görülen Sayın, gerek repertuara katkıları gerek geliştirdiği icrâ teknikleriyle modern ney üslubunun en belirleyici figürü olarak değerlendirilmektedir.

8 Ekim 2025’te İstanbul’da vefat etti; cenazesi 10 Ekim 2025’te Üsküdar Valide-i Cedid Camii’nde kılınan namazın ardından Sandıkçı Şeyh Edhem Baba Tekkesi haziresine defnedildi.

Niyazi Sayın
(12 Şubat 1927 – 8 Ekim 2025)

Üsküdar/İstanbul’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Üsküdar Paşakapısı’nda tamamladı; lise öğrenimine Haydarpaşa ve Beyoğlu’nda başladıysa da dönemin savaş sonrası ekonomik koşulları sebebiyle eğitimini sürdüremedi. 1947’de Mustafa Düzgünman’la tanışması, geleneksel sanatlarla ve ney meşkiyle irtibat kurduğu döneme rastlar. 4 Mart 1948’de ilk ney derslerini Gavsi Baykara’dan almaya başladı; 21 Ocak 1949’dan itibaren Halil Dikmen ile yaklaşık on beş yıl süreyle düzenli meşk yaptı.

1950’li yıllarda İstanbul Radyosu Müzik Yayınları’nda ney icracısı olarak görev aldı. 1956-1969 yılları arasında İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde yer aldı. 1976’dan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nda öğretim görevlisi olarak çalıştı ve Nefesli Sazlar Anabilim Dalı’nda görev yaptı. 1980 yılında ABD’de Seattle Üniversitesi’nde Türk musikisi eğitimi bağlamında dersler verdi. Müzik dışındaki faaliyetleri arasında ebru, fotoğraf ve geleneksel el sanatlarıyla ilgili çalışmaları da bulunmaktadır. 2009 Kültür ve Turizm Bakanlığı ile 2014 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’ne lâyık görülen Sayın, gerek repertuara katkıları gerek geliştirdiği icrâ teknikleriyle modern ney üslubunun en belirleyici figürü olarak değerlendirilmektedir.

8 Ekim 2025’te İstanbul’da vefat etti; cenazesi 10 Ekim 2025’te Üsküdar Valide-i Cedid Camii’nde kılınan namazın ardından Sandıkçı Şeyh Edhem Baba Tekkesi haziresine defnedildi.