Geçen yüzyılın doksanlı yıllarının başlarıydı. “Dünya Yayıncılık” için Salih Uçan ile birlikte, Seyyid Kutub’un İslam dünyasında çığır açan Fî Zılâl’il-Kur’ân adlı tefsirini tercüme ediyorduk. Haftada bir, bazan yayınevinde bazan da Salih abinin evinde yaptığımız tercümeyi birbirimize okur, hatalarımızı düzeltmeye çalışırdık. Daha doğrusu, Salih abi, henüz acemi bir mütercim olarak beni düzeltir, bana taktikler verir, tercüme tekniklerini öğretirken âdeta bir ders havası estirirdi.
Bir gün “ülü’l-azm” peygamberlerden bahseden âyet üzerinde konuşurken bu kavramın Türkçe’deki karşılığı üzerine fikir teatisinde bulunduk. Ben kelimeye “azimet sahibi, kararlı” gibi öteden beri verilen karşılıkların yetersiz kaldığını, istenilen anlamı tam yansıtmadığını düşünüyordum. Ayrıca sadece “ülü’l-azm” diye nitelendirilen beş peygamber değil, bütün peygamberler bu niteliğe sahiptiler. Şu halde bu niteleme ile başka bir şey kastedilmeliydi. Bu konudaki düşüncelerimi hararetle anlatırken Salih abi birden, “çığır açıcı” diyerek noktayı koydu. Çünkü adı geçen peygamberler, diğer peygamberlerden farklı olarak, toplumların her bakımdan tıkandıkları, inanç olarak nefes alamayacak hale geldikleri, şirkin, hayatın bütün gözeneklerini işgal ettiği, tevhidin kokusunun dahi gelmediği, insanlığın sükût ettiği, hiçbir insani değerin, erdemin kalmadığı, zifiri karanlığın bütün çıkış yollarını tuttuğu dönemlerde gönderilmişlerdi. Onlar yol gösterici ışık olmuşlar, insanlığı şirkin, Cahiliye’nin, zulmün, erdemsizliğin işgalinden kurtarmışlar, dolayısıyla çığır açmışlar, diye ekledi. Salih abinin bu tespitiyle, çevirinin sadece diller arasında bir kelime oyunu değil, aynı zamanda kültürel ve tarihsel bağlamların incelikli bir analizi olduğunu öğrendiğim bir ders oldu.
Ülü’l-azm diye nitelendirilen peygamberleri, Nûh’u, İbrâhim’i, Mûsâ’yı, Îsâ’yı ve son peygamber Hz. Muhammed’i (salat ve selam üzerlerine olsun) düşündüm. İnsanlığı hangi tufanlardan sahil-i selamete ulaştırdıklarını, hangi ateşleri gül bahçelerine dönüştürdüklerini, hangi engin denizleri yardıklarını, hangi taşlaşmış inatları dirilttiklerini ve hangi Cahiliye’yi yerle bir ettiklerini hatırladım. Salih abiye yerden göğe kadar hak verdim. Zihnimde bir çığır açmıştı.
Sonra bireysel ve toplumsal hayatın, periyodik olarak açılan çığırlarla yoluna devam ettiğini, hatta varlık bütününün bazan yeni çığırlarla boyut kazandığını düşündüm. En uygun zamanda karşına çıkan bir insan; şöyle bir uğrayayım, sonra da geçip giderim, dediğin bir kurum; beklenmedik anda vuku bulan bir hadise; önüne yepyeni ufuklar açabiliyor, maddi ve manevi tıkanmışlığını, tükenmişliğini giderebiliyordu.
Kütüphaneye Gidemeyen Adam
İki binli yılların başlarıydı. Zor bir kitabı tercüme ediyordum. Bir gün resmen tıkandım. Kelime dağarcığım, bilgi müktesebatım, elimdeki sözlükler önüme çıkan engeli aşmaya yetmiyordu. Bilgisine, kelime hazinesine güvendiğim dostlarımı aradım, onlardan da sadra şifa bir cevap alamadım. Kitabı yayınevine iade etmeyi düşünürken, gazeteci bir dostumla karşılaştım ve içinde bulunduğum açmazı, darboğazı anlattım. İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi) kütüphanesine gitsene, dedi, orada istediğin kadar kaynak ve ayrıca uzman bulursun. Hayatımda yeni bir çığır açıldığını nereden bilecektim!
Gidiş o gidiş. Yirmi küsur senedir de ayrılamıyorum. Aslında İSAM’ı biliyordum ama kütüphanelerin bende hiç de olumlu bir imajı yoktu. Soğuk mekânlardı benim için. Erzurum Üniversitesi’nde öğrenciyken bir hocamızın teşvikiyle kütüphane kartını çıkartmıştım. Bir gün üniversitenin kütüphanesine gittim ve görevliden Millî Eğitim Bakanlığı’nın bastığı İslam Ansiklopedisi’nin altıncı cildini istedim. “Ne yapacaksın, Kürt maddesine mi bakacaksın?!!” dedi soğuk bir ifadeyle. 12 Eylül’ün üzerinden bir ya da iki yıl geçmişti. Hafakanlar bastı. Şehrin havası ile birlikte kütüphanenin buz kesen atmosferini iliklerime kadar hissettim. Bu sorgu odasından bir an önce kurtulmalıydım. O anda karar verdim, kütüphaneler tekin yerler değil. Ayrıca kütüphaneye gideceksin, bazan bir konuya bakmak için bir kitap talep edeceksin, görevli kalkacak, kitabı bulup sana getirecek veya bulamayıp yarın öbür gün gelebilir, diyecek yahut kitabı sakıncalı bulup sana vermemek için bizde yok diyecek, diyelim ki bulup sana teslim etti, bunun da bir süresi var ve o süre dolunca gelip senden alacak…zahmetli iş. Kütüphane deyince, sıkıyönetim şartlarının uygulandığı bir vasat aklıma geliyor ve resmen boğuluyordum. Bütün bunların tesiriyle İSAM’a gitme konusunda tereddütlerimi aşabilmiş değildim ve bu yüzden evden çalışmayı yeğliyordum. İnsan, içinde taşıdığı meselelerle çevresindeki dünyayı muhayyilesinde bir araya getirir ya; işte ben de öylece, kendi iç dünyamdan gelen hissiyata teslim olmuştum.
Son çare, arkadaşın telkiniyle gittim. Müthiş bir atmosfer. Kütüphanelere dair olumsuz algımın tamamı ilk adımda tuzla buz oldu. İstediğin kitabı kendin alıyorsun raftan. İşin bitince de masanın üzerinde bırakıyorsun, görevliler akşamın belli bir saatinde alıp tekrar yerine koyuyorlar. Ne kitap için sıraya girmek ne kitabı belli bir saate kadar kullanmak gibi insana sıkı bir takip altındaymış hissini uyandıran bir muamele. Ne de “Ne yapacaksın bu kitabı, hangi (sakıncalı) konuya bakacaksın?!!” diyen bir görevli. Özgürlük iklimine girdiğini hissettiren bir ortam.
Gide gele kütüphanenin ve muhteşem bahçesinin müdavimi oldum. Bahçenin yürüyüş parkurlarını andıran taş döşeli yollarında ağaçlar altında dolaşırken her an, şurada burada öbek öbek oturan veya Meşşâî filozoflar gibi yürüyerek felsefe yapan insanlarla karşılaşacağını sanırsın. Çay ocağından bir demli çay alıp çınar altındaki masalara oturmuş hocaların, etrafında kümelenmiş öğrencilere bir şeyler anlattıklarını görüp kendini Kûfe, Basra, Bağdat mescitlerindeki ders halkaları arasında geziniyormuş gibi hissedebilirsin.
Sabah güneşinin vurduğu vakitlerde banklara oturmuş, aralarında filolojinin en kadim meselelerini, edebî sanatlarını tartışan uzmanları, Sîbeveyhi, Kisâî, Cerîr, Ferezdak… gibi hayal edebilirsin. Az ötede Hasan-ı Basrî, Vâsıl b. Atâ, Eş‘arî kelamının terminolojisini hallaç pamuğu gibi atıyorlar gibi gelir insana.
Bir grup Afganlı burada, bir grup Cezayirli Arap az ötede, üç beş Bengaldeşli olanca sempatiklikleriyle şurada oturuyor, Farsça, Arapça, Bengalce konuşuyorlardır. Kendini Buhara, Semerkant, Bağdat, Kalküta, Delhi, Meşhed, İsfahan, Bağdat, Diyarbekir… gibi kadim bir İslam ilim merkezinde düşünürsün.
Türkiye ölçeğinde “Kütüphane” kavramında bir çığır açtığı muhakkak olan İSAM mektebinin, İslam düşüncesinde çığır açıcı bir potansiyelinin olduğunun kanıtı da hazırladıkları muhteşem Ansiklopedi’dir.
Abbâsîlerin “Dârü’l-Hikme”sinde olduğu gibi, bazan bir kütüphane, bir milletin hayatında çığır açabilir, insanın ruhunu derinlemesine besleyen müstesna bir yere dönüşebilir. Burada kurulu tezgâhta yazılan her bir yazı, her bir eser kalplerin ve ruhların dokuduğu kumaşın ince işçiliğiyle şekillenir, böyle bir iklimde hayat bulur, hiç durmaksızın gelecek nesillere aktarılmış olur.