“Diz Çök Önünde Emîrî Efendi’nin”
Kitap Fuarlarına ve Kitap Kurtlarına Dair Notlar

Beşir Ayvazoğlu
“Diz Çök Önünde
Emîrî Efendi’nin”
Kitap Fuarlarına ve
Kitap Kurtlarına Dair Notlar

Beşir Ayvazoğlu
Read in English (The English translation was done with the help of AI)

Bazı yayıncılar kitap fuarları için harcadıkları zamanın kendilerine birkaç kitaba mal olduğunu söyleseler de, yılda en az bir fuara katılmak, ürünlerini toplu olarak sergilemek ve yüz yüze gelme imkânı buldukları okuyucularının nabzını tutmak istiyorlar. Herkes nesi varsa standlarında göz alıcı bir biçimde sergilemeye özen gösteriyor. Bu yönüyle kitap fuarları, yayıncılar, yazarlar ve okuyucular için zamanla bir çeşit ritüel haline geldiği söylenebilir. Şenlik havasında geçen, yazarları imza günlerinde okurlarıyla buluşturan; paneller, açıkoturumlar ve konferanslarla renklendirilen bu fuarların faydası elbette inkâr edilemez. Hiç değilse yılın belli bir döneminde kitapla birlikte yayıncılık sektörünün problemleri de medyanın gündeminde az da olsa yer bulabiliyor. Gazete, radyo ve televizyon aracılığıyla kitap fuarlarından haberdar olan pek çok kişi, merak saikiyle bir hafta sonu yolunu bu fuarlara çeviriyor; kalabalıklara karışıyor ve belki de ilk kez orada kitabın kokusuyla tanışıyor. Hatta çoğu, kitapla -yani hakiki mânada kitap denen nesneyle- anlamlı bir karşılaşmayı fuarlar sayesinde yaşıyor. Ciddi okuyucular, hayran oldukları yazarları görüp yüz yüze görüşme ve imzalı kitap edinme imkânı buluyorlar. Ama…
Bu parlak görüntünün arkasındaki gerçeğe gelince; Türkiye’nin şartlarını bilmeyen bir yabancı, mesela TÜYAP Kitap Fuarı’na gösterilen ilgiye bakarak halkımızın çok okuduğunu zannedebilir. Hâlbuki istisnalar dışında, kitapların baskı adetleri bin-iki bin arasında değişiyor ve çoğu ilk baskıda kalıyor. Birçok yayınevi aslında fuarlarda çok kitap sattıklarından değil, stoklarından hiç değilse bir kısmını nakde çevirdikleri için memnuniyet ifade ediyorlar. Herkes biliyor ki, fuar ziyaretçilerinin dörtte üçünden fazlası sadece seyirci…
Yıllar önce, kitap fuarlarının ziyaretçilerini kendine göre şöyle tasnif etmiştim: Konuşma yapmak, imza gününe katılmak veya kitaplarının satılıp satılmadığını kontrol etmek için gelen yazarlar; binlerce kitabı bir arada görebilmek, basılı kâğıt kokusunu daha kesif bir biçimde hissedebilmek için bir hafta boyunca fuar alanını mekân tutan gerçek kitapseverler; kitap okumanın önemini bilmekle beraber meşguliyetlerinin çokluğu yüzünden okuyamayan ve her yıl birkaç fuar gezerek aldıkları üç beş kitapla günah çıkaranlar; fuar süresince “cafe”de oturup selüloz kokusunu teneffüs eden parasız entelektüel adayları; öğretmenlerinin tavsiyesiyle gelen cıvıl cıvıl öğrenciler; sırf katalog toplayanlar; merak saikiyle şöyle bir uğrayıp binlerce kitaba hayretle bakarak “Bunları kim okuyacak?” diye düşünen sade vatandaşlar; medyadan etkilenerek şan olsun diye bir yığın kitap alıp yıl boyunca hiçbirinin kapağını açmayanlar; nerede sabah orada akşamcılar ve araklayıcılar…
Kitap fuarlarının önemli fonksiyonlarından biri de hiç şüphesiz, yazarları okuyucularıyla buluşturmasıdır. Bu buluşmayı faydalı ve gerekli görüyorum; ancak bazı yazarlar için imza günü bir çeşit kâbustur; görücüye çıkmış gibi sıkılır, bunalırlar. Bazıları da sinek avlamak endişesiyle kaçınırlar imza günlerinden. Hakikaten elde kalem oturup kitap imzalatacak birilerini beklemek çok incitici ve bunaltıcıdır. Bazı okuyucuların yazarları tezgâhtar zannederek sosyal medyadan tanıdıkları yazarların kitaplarını sorduklarına bile şahit oldum. Son zamanlarda, kitap fuarlarında, sosyal medya ile alışverişi olmayanların isimlerini bile duymadıkları genç yazarların kitap imzaladıkları standların önünde, diğer popüler yazarları bile şaşırtan upuzun kuyruklar oluşurken çok önemli yazarların standları eşe dosta birkaç kitap imzalandıktan sonra acıklı bir sessizliğe gömülüyor. Sözün kısası, kitap fuarları medyatik popüler yazarlarla sosyal medya yazarlarının show alanlarına dönüşmüş durumdadır.
Bana sorarsanız, gerçek kitapseverler (bibliyofiller) için fuarlar sadece bir seyirliktir. Çünkü onlar aradıkları kitaba her zaman ve her şartta ulaşırlar. Daha çok nadir kitaplar peşindedirler; fuarlardan çok kitapçılarda ve sahaflarda dolaşır, kitabı iş olsun diye veya medyada çok sözü edildiği için değil, hava gibi, su gibi ihtiyaç duydukları için alırlar. Aradıkları kitabı buldu mu öpüp koklayacak kadar sevdalıdırlar. Özel hassasiyetleri de vardır; mesela yatarak okumaz, acemi ciltçilerden nefret eder, sayfaları kıvıranları ve rahat çevirmek için parmaklarını ıslatanları görünce çileden çıkarlar. Kitapları açık bırakmaz, açık haldeyken birbirinin üzerine koymaz, sayfa aralarında çiçek miçek kurutmaz, çeşitli kitapları bir arada ciltletmez, içlerindeki şekil, harita, illüstrasyon ve fotoğrafları asla çıkarmazlar. Kitap sevgisi yüzünden hiç evlenmeyenler yahut kitapları kıskanmaya başladıkları için eşlerini boşayanlar az değildir. Dedektif gibi iz sürerek elde ettikleri kitaplardan oluşan kütüphaneleriyle övünür, hazır kütüphaneye konmuş meraklıları küçümserler. Bir kitabın peşine düşmek ve onu zorlu bir mücadele sonunda elde etmek onlar için ayrı bir zevktir. Bir gün Ali Emîrî Efendi’ye (1857-1924) Rıza Paşa’nın kütüphanesinden söz etmişler; “Rıza Paşa’nın kütüphanesi mi?” demiş, “Hangi kütüphane? O Ahmet Vefik Paşa’nın (ö. 1891) kütüphanesidir. Rıza Paşa toplamadı, hazır buldu!”
Böyle kurulmuş kütüphanelerin sahipleri tarafından büyük bir kıskançlıkla korunduğunu ve rakipleri tarafından da kıskanıldığını söylemeye gerek var mı? İbnülemin Mahmud Kemal, kütüphanesine kimseyi sokmaz, görmesine izin verdiklerini ise asla yalnız bırakmazmış. Mithat Cemal Kuntay (1885-1956) ise zaman zaman satın alamadığı kitapların rüyalarında dostları tarafından kendisine hediye edildiğini görürmüş. Kitapseverliğin ne demek olduğunu bence çok iyi anlatan anekdotlardan biri şudur: Meşhur oryantalist Sir Thomas W. Arnold (1864-1930), bir gün Bebek’te karşılaştığı Helmuth Ritter (1892-1971) ayaküzeri Bîrûnî’nin (ö. 453/1061 [?]) Taḥdîdü nihâyâti’l-emâkin isimli eserinin müellif hattı nüshasından söz edince soluğu Süleymaniye Kütüphanesi’nde alır. O zamanki kütüphane müdürü, Sir Thomas’ın kitabı eline aldığında kolofon sayfasını açıp öptüğünü yemin billah anlatırmış. (Bu yazmanın müellif nüshası olmadığı daha sonra anlaşılacaktır.)
Bazı kitap kurtlarının çok özel merakları da vardır. Ali Emîrî Efendi’nin küçümsediği Rıza Paşa bunlardan biridir; kütüphanesinde bir kitabın üç dört yazma nüshası bulunurmuş; bir nüshası tezhibi, bir nüshası yazısı, bir nüshası da cildi için… Bu cinsten kitap kurtları, değerli ve önemli kitabı hemen fark eder; ona sahip olmak için her türlü zahmeti ve maddi fedakârlığı göze alırlar. Mithat Cemal Kuntay, hiç evlenmeyip ömrünü kitap toplamaya vakfeden ve bütün kazancını nadide kitaplara yatıran Emîrî Efendi’yi Her Ay dergisinin Haziran 1937 tarihli üçüncü sayısında çıkan “Kitap Sevenler” başlıklı yazısında ustaca anlatır. Bu sevimli kitap kurdunun dil ve kültür tarihimiz açısından büyük önem taşıyan Dîvânü lugāti’t-Türk’ü keşfedişi, eserin daha sonra Sadrazam Talat Paşa’nın bizzat rol aldığı bir mizansenle ondan alınıp basılışı, Kilisli Rifat Bilge (1874-1953), Ziya Gökalp (1876-1924), Mehmed Âkif (1873-1936) gibi önemli şahsiyetlerin de karıştığı, bir romana konu olacak kadar heyecan verici bir maceradır. Kilisli Muallim Rifat Bey, bu macerayı 1945 yılında Yeni Sabah gazetesinde altı yazı halinde anlatmıştı.

Ali Emîrî’nin kurduğu ve kitaplarını vakfettiği Millet Kütüphanesi – Millet Kütüphanesi Okuma Salonu
Kitap sevgisi zamanla dizginlenemez bir tutkuya, aşırı kıskançlığa dönüşebilir. Yine Mithat Cemal’in bir yazısında okumuştum: Saint-Simon’un anlattığına göre, Astre adında bir kont, okuma yazma bilmediği halde elli iki bin beş yüz kitap toplamış, Don Vensant adlı bir kitap delisi ise, çok istediği bir kitabı müzayedede alamadığı için arkadaşını vurmuştu. Sahip olamadığı kitaplara sahip olanların ölümüne sevinen, hatta kütüphanelerden kitap çalan nadir kitap meraklıları bile vardı. Son zamanlarda ise piyasa nadir kitap meraklısı zenginler tarafından haddinden fazla yükseltilerek toplanan kitaplar artık ulaşılamaz oluyor. Gerçek kitapseverler, topladıkları kitapları hapsetmeyen, onlardan aynı zamanda faydalanan, başkalarının da faydalanmasını sağlayanlardır. Emîrî Efendi kıskanç bir bibliyofildi, fakat kütüphanesini sonunda milletine bağışlayarak Yahya Kemal (1884-1958) tarafından harika bir gazelle yüceltildi:
Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin
Âmid o şehr-i nûr öğünsün ilelebed
Fazl u fazîletiyle bu necl-i bülendinin

Bu yazıyı, tıpkı Ali Emîrî Efendi gibi ömrü boyunca evlenmeyip, yemeyip içmeyip yazma eser toplayan ve bu hazine değerindeki koleksiyonunu hiçbir karşılık beklemeden Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağışlayan merhum Nuri Aralasez’in kendisiyle yaptığım uzun röportajda anlattıklarından bir bölümü aktararak noktalamak istiyorum:
“Merhum Raif Yelkenci, çelebi-meşreb, Osmanlı örf ve âdetlerinin en parlak mümessillerinden biriydi. Senelerce evvel bir gün yine Raif Efendi’nin o küçücek dükkânına nasip almaya gitmiştim. Eşine hayatta ender olarak rastlanabilen bir Kelâm-ı Kadim’i uzatarak ‘Ziyaret buyurun!’ demişti. Elimde on altıncı asırda İran’da yazıldığını tahmin ettiğim, çok küçük ebatta, hesna ve müstesna bir Kelâm-ı Kadim vardı, büyük bir sükûnet içinde ‘Bu Kelâm-ı Kadim’i edinmenizi istiyorum,’ dedi.
Maddî imkânlarımın çok mahdud olduğunu ifade ettikten sonra, ‘Ben bu Kelâm-ı Kadim’e bütün maddî ve manevî mevcudiyetimle âdeta bir göz kesilerek baktım. Bu bakışın bir neticesi olarak bu mübarek Kur’an, gözümü kapadığım her an zihnimde in my mind’s eye elle tutarcasına tecessüm edecektir. Dolayısıyla, Allah’ın lütf u keremi ile dilediğim her an bu Kelâm-ı Kadim benim olacaktır. Raif Efendi, İncil’in tabiriyle ‘toprağın tuzu’ olan insanlara has bir bakışla, ‘Gözlerinizi kapadığınız her an bu Kelâm-ı Kadim’in sizin olabileceğine şüphe etmemekle beraber yine de edinmenizi istiyorum. Ortada garip bir zaruret var!’ dedi.
Meğerse bu nefis yazma Kur’ân-ı Kerim’i edinmek isteyen bir Arap emîri varmış, ne istenirse ödemeye hazırmış. Fakat Raif Bey merhum, ‘Müşârünileyhin parası bol, evet, lâkin bizim anladığımız mânâda aşkı yok. Sizin de paranız yok, ama aşkınız var. Dolayısıyla bu Kelâm-ı Kadim size teveccüh ediyor,’ dedi. Peki, nasıl ödeyecektim? ‘Bu meseleyi lütfen izam etmeyin. Siz bu mübarek kitabı alıp bir an önce ortadan kaybolun. Bilahare meseleyi aramızda hallederiz,’ dedi. Takriben bir ay kadar sonra tekrar uğrayıp meseleyi açtığımda, ‘Elinize fazla para geçtikçe, zaman zaman verebileceğiniz miktarı verirsiniz. Ne vereceğinizi bilmenize de hacet yok!’ dediydi.
İşte hakiki İstanbullular, hakiki Osmanlılar, Raif Yelkenci gibi adamlardı, evlâdım. O insanlar da bitti, o İstanbul da!”
![]() |
Beşir Ayvazoğlu Beşir Ayvazoğlu, 11 Şubat 1953 tarihinde Sivas’ın Zara ilçesinde doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Sivas’ta, yükseköğrenimini Bursa’da tamamladı. 1976 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni, TRT’de uzman, bazı gazete ve dergilerde yazar ve yönetici olarak çalıştı. Bir ara Kültür Bakanlığı danışmanı olarak görev yaptı. Kasım 2001-Temmuz 2005 tarihleri arasında Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğinde bulundu. 2005-2015 yılları arasında Türk Edebiyatı dergisini yönetti. Altmış civarında yayımlanmış kitabı bulunan ve çeşitli dallarda çok sayıda ödüle layık görülen Beşir Ayvazoğlu’nun Alfa Yayın Grubu’ndaki diğer kitapları şunlardır: Ömrüm Benim Bir Ateşti: Ahmet Haşim’in Hayatı Sanat Estetiği Dramı (2006), Büyük Ağa Tarık Buğra (2006), Bozgunda Fetih Rüyası (2006), Güldeste Kitabı (2006), 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi(2006), Defterimde Kırk Suret (2007), Ney’in Sırrı (2007), Florinalı Nazım (2007), Peyami: Hayatı Sanatı Felsefesi Dramı (2008), Siretler ve Suretler (2008), Yahya Kemal Eve Dönen Adam (2008), Tanrıdağı’ndan Hıra Dağı’na (2009), Kayıp Şiir (2009), Divanyolu (2010), Malik Aksel: Evimizin Ressamı (2011), Kahveniz Nasıl Olsun? (2011), Geceleyin Dersaadet (2013), Ateş Denizi (2013), Aşk Estetiği (2013), Yunus, Ne Hoş Demişsin (2014), He’nin İki Gözü İki Çeşme (2014), Saatler, Ruhlar ve Kediler (2015), Edebiyatın Çanakkale’yle İmtihanı (2015), Bir Ateşpâre Bin Yangın (2017), Altın Kapı (2018), Hâşim (2019), Fikret (2019), Her Kuyuda Bir Yusuf (2021), Öteki Canlar (2022), Ataç: Prospero Caliban’a Karşı (2023), Çiçek Hanım’ın Rüyaları (2024), Kemal: Vatan Şairi’nin Cumhuriyet’le İmtihanı (2024). |

Beşir Ayvazoğlu
Beşir Ayvazoğlu, 11 Şubat 1953 tarihinde Sivas’ın Zara ilçesinde doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Sivas’ta, yükseköğrenimini Bursa’da tamamladı. 1976 yılından itibaren çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni, TRT’de uzman, bazı gazete ve dergilerde yazar ve yönetici olarak çalıştı. Bir ara Kültür Bakanlığı danışmanı olarak görev yaptı. Kasım 2001-Temmuz 2005 tarihleri arasında Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğinde bulundu. 2005-2015 yılları arasında Türk Edebiyatı dergisini yönetti. Altmış civarında yayımlanmış kitabı bulunan ve çeşitli dallarda çok sayıda ödüle layık görülen Beşir Ayvazoğlu’nun Alfa Yayın Grubu’ndaki diğer kitapları şunlardır: Ömrüm Benim Bir Ateşti: Ahmet Haşim’in Hayatı Sanat Estetiği Dramı (2006), Büyük Ağa Tarık Buğra (2006), Bozgunda Fetih Rüyası (2006), Güldeste Kitabı (2006), 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi(2006), Defterimde Kırk Suret (2007), Ney’in Sırrı (2007), Florinalı Nazım (2007), Peyami: Hayatı Sanatı Felsefesi Dramı (2008), Siretler ve Suretler (2008), Yahya Kemal Eve Dönen Adam (2008), Tanrıdağı’ndan Hıra Dağı’na (2009), Kayıp Şiir (2009), Divanyolu (2010), Malik Aksel: Evimizin Ressamı (2011), Kahveniz Nasıl Olsun? (2011), Geceleyin Dersaadet (2013), Ateş Denizi (2013), Aşk Estetiği (2013), Yunus, Ne Hoş Demişsin (2014), He’nin İki Gözü İki Çeşme (2014), Saatler, Ruhlar ve Kediler (2015), Edebiyatın Çanakkale’yle İmtihanı (2015), Bir Ateşpâre Bin Yangın (2017), Altın Kapı (2018), Hâşim (2019), Fikret (2019), Her Kuyuda Bir Yusuf (2021), Öteki Canlar (2022), Ataç: Prospero Caliban’a Karşı (2023), Çiçek Hanım’ın Rüyaları (2024), Kemal: Vatan Şairi’nin Cumhuriyet’le İmtihanı (2024).