1950’lerden sonra dinî kurumlar ve din eğitimi söz konusu olduğunda, şüphesiz ilk akla gelen isimlerden biri Tayyar Altıkulaç Hocamızdır. Anadolu’nun bir köşesinde Hıfzu’l-Kur’an ile başlayan din eğitimi serüveni İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nün ardından bir zamanların gözde ilim merkezi Bağdat’ta Arap Dili ve Edebiyatı üzerine araştırmalar yaparak devam eder. Bundan sonra hocamızın halen devam eden uzun hocalık ve idarecilik görevi başlar: Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı, MEB Din Eğitimi Genel Müdürlüğü, Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı gibi. Hocamız bir grup adanmış ilim ve din adamıyla bir araya gelerek Türkiye’de dinî hayatın gelişmesi için çok stratejik kurumların temellerini atar. Ayrıca yurt dışına uzanarak Avrupa ve gönül coğrafyamızda yaşayan vatandaş ve soydaşlarımızın halen de en fazla yararlandığı önemli manevi merkezlerin açılmasına öncülük eder. Bu çalışmaları sırasında karşısına çıkan zorlukları aşma konusunda olağanüstü bir başarı hikâyesi yazar. Kuruculuğunu yaptığı Haseki Eğitim Merkezi, Türkiye Diyanet Vakfı, Avrupa Diyanet İşleri Başkanlığı Türk İslam Birlikleri (DİTİB), Avrupa Diyanet vakıfları, TDV İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) ve İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi bu hikâyenin kilometre taşlarını oluşturur. Kuşkusuz bu kurumlar her zaman onun mirası olarak anılacaktır. Tayyar Altıkulaç Hocamız ömrüne siyasî faaliyetleri de sığdırmayı başarmış, üstelik ilmî araştırmalardan da uzaklaşmamış polimat bir kişiliktir. Paris, Topkapı ve Taşkent’teki mushaf metinlerini büyük bir titizlikte yayına hazırlayarak erken dönem Kur’an el yazmaları deyince akla ilk gelen isimlerden biri olmayı başarmıştır.
Tayyar Altıkulaç Hoca ile yaptığımız söyleşide, İslam Araştırmaları Merkezi ve TDV İslâm Ansiklopedisi’ni ele aldık. Sözü uzatmadan, Tayyar Hocamıza sözü verelim ve bu önemli eserin 33 yıllık serüvenini ondan dinleyelim:
TDV İslam Araştırmaları Merkezi gibi büyük bir kurum ve 33 yıllık emeğin ürünü olan TDV İslâm Ansiklopedisi gibi önemli bir eser nasıl ortaya çıktı hocam?
Araştırmacı yetiştirme ve araştırma merkezi düşüncesi benim içten ve derinden hissettiğim bir ihtiyacın ürünüdür. Bu ihtiyaç nedir? Kısaca şöyle anlatayım. 1960’lı yıllarda tezimi hazırlarken Yüksek İslam Enstitüsü asistanı olarak Süleymaniye Kütüphanesi’ne gidip geliyordum. Bağlarbaşı’ndan bir durak sonra Pazarbaşı’nda ikamet ediyorum. Ev kiram üç yüz yirmi beş liraydı. Sekiz yüz elli lira da maaşım vardı. Memleketimden tarhanadan başka hiçbir desteğim yoktu. Otobüse binmeyi unutmuştum. Bağlarbaşı’ndan Üsküdar’a her gün yürüyordum. Zorunlu olarak vapura binip Eminönü’nde iniyorum. Oradan da yürüyerek Süleymaniye’ye tırmanıyordum. Bu süreç dört ay sürdü.
Bu çalışmalarım sırasında yaptığım iş nedir? Bir kitabı istinsah ediyorum ve onu kütüphanedeki nüshalarıyla karşılaştırıyordum. Edisyon kritik çalışması yapıyorum. Orada bir Alman araştırmacıyla tanıştım. O da her gün çalışmaya geliyordu. Bu genç adam, Arapça biliyordu. Göz işaretiyle anlaşarak dışarı çıkar, günde bir iki defa çay molası verirdik. Bir ara çay içerken çantasını açtı. Bana gösterdiği iki şey, bugünkü gibi gözümün önündedir. Birisi tek yaprağı kalmış, çok uçuşlu kalınca bir uçak bileti koçanı. Bu koçandaki biletlerle bütün şimali Afrika ülkelerini dolaşmış, oralardaki kütüphanelerde gerekli araştırmalarını yapıp Doğu’ya geçmiş. Hindistan, Pakistan ve İran gibi ülkelerde aynı şeyleri yaptıktan sonra son istasyon olarak da İstanbul’a gelmiş. Bilet koçanında kalan tek yaprakla da İstanbul’dan Münih’e uçacak. Peki, o bileti kendisine kim vermiş? Üniversitesi vermiş ya da devlet vermiş.
Bir başka şey daha gösterdi. Onun kalan yaprakları öyle bir tek de değil. O da Banco di Roma’nın çeki. Gittiği yerlerde çekle ihtiyacı kadar para çekiyor ve harcıyor. Akşam saat beş olunca o “taksi” diyor ve bir taksiye biniyor, Taksim’deki Divan Oteli’ne gidiyor. Sabahleyin de Divan Oteli’nden bir başka taksiyle kütüphaneye geliyordu. Ben de biraz önce anlattığım gibi yürüyerek Eminönü’ne, oradan karşıya evime ulaşıyordum.
Düşündüm ki ilim böyle olursa olur, hatta olmalı. İlim yapmak isteyenlere bu imkânlar hazırlanmalı. İçimde senelerce hep bu özlemi yaşadım. Hatırladığım bir şey olmamakla birlikte, bu özlemi benim dışımda düşünmüş ve İSAM gibi bir araştırma kuruluşu düşüncesini zihninde geliştirmiş ve iş kuvveden fiile geçeceği zaman fikirlerimizde harmanlama olmuş veya bu düşüncemi onaylayan arkadaşlarımız olabilir.
O günlerden hatırladığım bir başka anı da şu. Yine bir gün kütüphanede çalışıyorum. Çaprazımda bana göre yaşlı, altmış yetmiş arası -o zaman ben genç bir adamım- Suriyeli olduğunu sonraları öğrendiğim bir zat oturuyor. Adamcağız bir şeyler yazıyor, notlar alıyor. Elinde bir kalem var. Kalem yağ gibi kayıyor. Benim tükenmez kalemim ise kalitesiz, bazı harflerin üzerinden tekrar geçiyorum. Daha iyi bir kalem almayı düşünemiyorum. Adamın kalemi bana öylesine ilginç geldi ki, hayran hayran bakarken göz göze geliverdik. Yakalandım yani. Mahcup da oldum. Âni bir refleksle “Kaleminiz ne kadar da güzel yazıyor,” deyiverdim. Adamcağızın cebinde bir tane daha varmış, onu bana hediye etti. Mahcup olmuştum, ama sevinmiştim de. Artık ben de yağ gibi kayan o kalemle yazmaya başladım.
Şimdi bütün bunları bugünle birleştirdiğim zaman bizden öncekileri, bilhassa İlim Yayma Cemiyeti’ni hayırla anmak isterim. Onlar bizim için okullar açtılar, imkânı olmayan arkadaşlar için yurtlar yaptılar, yemekler hazırladılar. Ama bunlar benim Alman araştırmacıda gördüklerimin çok uzağında şeylerdi. Onlar o günkü şartlarda yapılması gerekenleri ellerinden geldiği kadar yaptılar. Ama şahsen ben “Bizden öncekilerin bize sağladığı imkânların daha iyisini, geleceğin gençleri için ortaya koymalı, onları daha iyi şartlarda araştırma yapar hale getirmeli, yurt dışına da göndermeliyiz. Her türlü bilimsel desteği, kitap, kütüphane her neyse vermeliyiz…” anlayışıyla ve bu özlemle yaşadım.
İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) projesinin ortaya çıkışını anlatır mısınız hocam?
Öteden beri benim aklımda bir araştırma merkezi fikri vardı. Bu araştırma merkezini projelendirirken nasıl bir tasavvur içinde olmalıyız? Burada vazgeçilmez unsurlar neler olmalıdır? Bunun araştırması için Edinburgh’a kadar gittiğimi hatırlıyorum. Hacda iken Mekke’den Brüksel’de müşavir olan rahmetli Abdülbaki Keskin arkadaşımıza telefon ettim. “Edinburgh’ta araştırma kütüphanesi ve faaliyetleri varmış. Seninle oraya gidebilir miyiz?” dedim. Kabul etti. Önce Mekke’den Brüksel’e indim. Abdülbaki Bey’i alarak birlikte Edinburgh’a gittik. Orada üniversiteyi ve onun araştırma faaliyetlerini, kütüphanesini inceledik. Doğrusu benim kafamdaki boşlukları dolduran bir şey olmadı. Peki, Paris’te Bibliotheque Nationale var, muazzam bir kütüphane. Burada da bir şeyler oluyor. Orayı da bir vesileyle gittiğim zaman gördüm. Rahmetli Muhammed Hamidullah Bey’in de karargâhıydı orası. Sonra Staatsbibliothek diye Berlin’de bir kütüphane ve onun çevresinde yapılan ilmî faaliyetler var. Orayı da bir vesileyle gördüm, inceledim. Doğrusu kafamdaki boşluklara cevap verecek şeyleri hiçbir yerde bulamadım. Bana sorarsanız kafanızda ne vardı diye? Benim kafamda bir kütüphane var, onları oralarda gördüm. Sonra orayı yöneten bir idare ünitesi de olsun. Araştırmacı yetiştireceğiz ya, araştırmacılara tahsis edeceğimiz bir yapımız olsun. Bir sosyal tesisimiz de olsun. Yurt içinden ve yurt dışından buraya gelen araştırmacılar otel köşelerinde lüzumsuz masraflar yapmasınlar, onların kalabilecekleri bir misafirhanemiz olsun. Öğle vakti geldiği zaman dışarılara çıkıp vakit kaybetmeden yemek ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir mekânımız olsun. Bu tesiste yirmi dört saat varlıklarına ihtiyaç duyulacak personel için, dört lojman da bu yapı içinde yer alsın.
Herhalde düşündüğünüz bu geniş fonksiyonlu merkez için uygun bir arsaya ihtiyacınız olacaktı? İstanbul gibi bir metropolde bunu nasıl çözdünüz?
Biz baştan beri hep uygun bir arazi arayışı içindeyken, şu anda içinde bulunduğumuz binanın yerini satın almaya karar verdik. Bu arsa ile ilgili çalışmaları Diyanet Vakfı kurucularından Ahmet Uzunoğlu ile birlikte yürüttük. Doğrusu o günlerde Ankara’daki arkadaşlarımız bu yerin alınmasına karşı çıktılar. “Ansiklopedi ve araştırma merkezi için bina yapacaksınız ve böyle pahalı bir arsa alıyorsunuz. Daha ucuz bir arsa bakın,” dediler. “Biraz daha kıyıda, kenarda işte ne bileyim Kartal, Pendik gibi taraflarda olamaz mı?” şeklinde düşünceler ileri sürdüler. Ama biz ısrar ettik. Sonunda onları ikna ettik ama başka sorunlar çıktı karşımıza. Talip olduğumuz bu arazinin ortakları arasında Kazdal ailesi ile birlikte Kastelli olarak bilinen meşhur banker bulunuyordu. Kazdal ailesinden büyük hisseleri aldık. Tabii Kastelli’nin işi biraz zordu. Kastelli iflas etmiş, peşinde yüz küsur alacaklı var. Onu da bir şekilde aldık. Ne yaptı etti hissesini hizmetinde olan bir adamın üzerine bir şekilde kaydırdı. Biz de o kişiden aldık. Onu sessiz sedasız nasıl becerdi? Doğrusu bu kısmını benim açıklamam mümkün değil. Ödeme yapmaya sıra gelmişti. İlginç olduğu için onu anlatmam lazım. O günlerde şu anda pastane olarak çalıştırılan binanın arkasındaki yerimizdeyiz. Ben küçük bir odada çalışıyorum. Dokuz milyon ya da milyar gibi rakamlar var, yanlış söyleyebilirim. Ama fikir verecek kadar doğru rakamlar bunlar. Kazdal ailesinin alacağı milyonlardan başka dokuz yüz küsur bin lira gibi bir meblağ var. Rahmetli Mustafa Kazdal’a “Bunu da almayıverin, hayrınız olsun,” dedim. Paralarını ödedikten sonra bu dokuz yüz küsur için “Hay hay onu bağışlıyoruz,” dedi ve almadı. Kendilerine bağış makbuzu kestirdik.
Kastelli alacağını almaya geldi. Onun da galiba birkaç milyondan sonra yüz yetmiş küsur gibi bir alacağı vardı. Karşımda oturuyor. Yani benim masamla onun dizleri arasında otuz santim bir mesafe var, böyle dar bir oda. Kendisine dedim ki, “Bak, Mustafa Bey şu kadar küsur parasını hibe etti. Sen de bu yüz yetmişi filan.” Ben böyle der demez ayağa fırladı. Elleri havada: “Aman abi! Bana dokunma! Ben mahvolmuşum,” dedi. Onun elleri havadayken kapı açıldı. Bizim görevlilerden bir arkadaş geldi. “Hayrola,” dedim. “Filan dedi -ismini söylemeyeceğim- rahmetli olmuş.” Ya nasıl olmuş? “Yaz günü lavabolarda bulunduğu sırada düşmüş, vefat etmiş” dedi. Tatil olduğu için de girip çıkan olmamış. Birkaç gün orada kalmış. Böyle hazin bir manzara. Şimdi ben de burkuldum, Kastelli de tabii kötü oldu. Buna çıkıştım ben. “Gördün mü? Senin sonunun ne olacağını hiç düşünmüyor musun?” dedim, sert bir tavır gösterdim. “Verdim gitti,” dedi o da. Onun da bağışını buraya almış olduk. Ve işte bu araziyi de böylece satın aldık.
Mimari çalışmalara dönecek olursak?
Daha önce dediğim gibi Araştırma Merkezi’ni zihnimde tasarladım ve mimar hocaları davet edip sorularıma, ihtiyaç duyduğum şeylere cevap verecek bir proje üzerinde yoğunlaşmalarını istedim. Mimarlarımız Adnan ve Tülay Taşçıoğlu karı koca idiler. Biri eski yapı ve eserlerde daha çok tecrübeli, öbürü yenilerde. Birkaç ay devam eden ve karı koca iki mimarın çalışarak meydana getirdiği proje bu haliyle ortaya çıktı. İşte kütüphane binası, işte araştırmacılar binası, işte idare ünitemiz, işte misafirhanemiz. Böylece İslam Araştırmaları Merkezi ortaya çıkmış oldu. Bu proje çalışmaları sürecinin başından itibaren üniversitelerden üç tane de danışman hoca davet ettik. Biri Turgut Cansever -Allah rahmet eylesin-, diğeri Saadettin Ökten, bir üçüncüsü de soyadını şu anda hatırlayamadığım Hasan adında bir başka profesör hocamız. Mimarlar hazırlık yapıyor, getiriyorlar; benim başkanlığımda toplanıyoruz. Müzakere ediliyor, beğeniliyor, beğenilmiyor. Şöyle olsun, böyle olsun deniyor. Birkaç ay sürdü bu çalışma. Birkaç maket yapıldı, tekrar yenilendi ve nihayet işte şu anda içinde bulunduğumuz proje beğenildi. Eser Türkiye Diyanet Vakfı’nın malî desteğiyle tamamlanmış oldu.
Bunlar işin bina kısmı. Biraz da ansiklopedinin ortaya çıkışında karşılaştığınız zorluklardan bahseder misiniz?
İstanbul’da benim kendilerinden projeye destek vereceklerini umduğum arkadaşlarımın hemen hepsi bu işin başında projeye, yani Ansiklopedi fikrine karşı çıktılar. Türkiye bu işe hazır değil, yapamazsınız dediler bize. Ben gittim geldim, hep aynı sözü söylediler. Karşı çıkanlar, her vesileyle kendileriyle buluştuğum, en ciddi hizmet projelerini İstanbul’a geldiğim zaman kendileriyle istişare ettiğim arkadaşlarım. Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu, Mustafa Saim Yeprem, Yaşar Kandemir gibi arkadaşlar. Hepsi her bakımdan kendilerine güvendiğim, çeşitli hizmet ve faaliyetlerde tekliflerimi reddetmeyen, ricam üzerine şuraya buraya programlara gidip gelen, koşan arkadaşlarımız. Ben diyorum ki “Bir ansiklopedi çıkaracağız.” Onlar diyorlar ki “Türkiye hazır değil bu işe, yapamazsınız.” Netice itibariyle bir gün bu konuyu Mustafa Saim Yeprem’in -ki ta imam hatibin birinci sınıfından beri arkadaşlığımızın devam ettiği biri, Bekir Topaloğlu da öyle- evinde toplandık. Çok iyi hatırlıyorum, hatıratımda yazdım da bunları. İlgi duyan arkadaşlarımın bunları okumasını tavsiye ederim. Saim Bey’in evindeki toplantıda bir de tutanak var. Orada bu işi benimle birlikte takip eden Ahmet Uzunoğlu o gecenin müzakerelerini not etmiş. Ben orada söylediklerimi hep hatırlıyorum. Onlar bu işten vazgeçin derken en sonunda benim üzerine basa basa söylediğim şey şu oldu: “Arkadaşlar, biz yola çıktık. Bu işi yapacağız, iyi yapacağız, kötü yapacağız. Başarılı olacağız veya başarısız bir şey ortaya koyacağız. Destek verirseniz ortaya iyi bir şey çıkar, destek vermezseniz sizi daha sonra üzecek şeylerle karşınıza çıkarız”. Ben bunları söyledim ve sorumluluğu onların üzerine attım. Hepsi nazımın geçtiği arkadaşlarımız olduğu için kendileriyle teklifsiz konuşabiliyorduk. Bunun üzerine bağ biraz çözülür gibi oldu. Rahmetli Bekir Topaloğlu “destek vermeliyiz”e getirdi konuyu.
Bu anlattıklarınız çalışma tarzınızı ve yaklaşımınızı daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor Hocam. Hedefinize ulaşmak için ısrarcı olma ve çözüm yolları önerme gibi.
Ansiklopedinin hazırlık görüşmeleri yapılırken biz bunu yapamayız, biz bunu başaramayız. Bu çok büyük bir iş. Çeşitli ilim dallarında maddeler yazılacak, hadis maddeleri, tefsir maddeleri yazılacak. Bunları nasıl yaparız? Bu kadar maddeyi kimler yazacak? Tarihçi, tasavvufçu lazım, şu lazım, bu lazım. Bütün bu sorular gündeme geldi. Bunları müzakere ederken ilim heyetleri fikri o gün için taslak anlamda benim aklıma geldi, söyledim. Dedim ki, heyetler oluştururuz, paylaştırırız. Tefsir ilim heyeti olur. İşte tefsirciler sadece tefsir maddeleriyle ilgilenir, onu alır götürürler. Hadisçiler öyle, tasavvufçular öyle, tarihçiler öyle. Sonra bu gerçekleşti ve zaman içinde bu heyetler oluşturuldu. Ben de tefsir ilim heyetinin başkanlığını yürüttüm. Bu heyetle ilgili maddeler yazdım. Tefsir maddelerini redakte ettim. Bir başka arkadaşımız da tarih ilim heyeti başkanı, öbürü hadis ilim heyeti başkanı oldu, maddeler heyetler tarafından paylaşıldı. Paylaşıldıkça her ilim dalı kendi çözümünü aramaya başladı. Böyle bir paylaşımla bu koca ansiklopedi ortaya çıkarılabilmiş oldu.
Hocam bu değerli sohbet için size çok teşekkür ederim, eminim bu kıymetli tecrübeleriniz okuyucularımıza özellikle de gençlerimize gelecekteki benzeri çalışmalarda rehberlik edecek, ilham kaynağı olacaktır. Sağlık ve afiyette kalınız…
Ben teşekkür ederim.