Ramazan Yazıları III

“Elvedâ ey mâh-ı rûze,
merhabâ ey rûz-ı ıyd”

Elveda ey ramazan,
hoş geldin ey bayram!

İskender Pala

Ramazan Yazıları III

“Elvedâ ey mâh-ı rûze, merhabâ ey rûz-ı ıyd”

Elveda ey ramazan,
hoş geldin ey bayram!

İskender Pala

Read in English (The English translation was done with the help of AI)

Divan şairleri, yaşadıkları zamanı şiire yansıtma hususunda genellikle olumsuz tenkitlere uğramışlardır. Özellikle Cumhuriyet’ten sonraki bazı resmî ideolojiler, bu edebiyatı hayattan uzak olarak nitelendirmiş; yıllar yılı başta ders kitapları olmak üzere, divan şiirini kültürel belleğimizden silmeye yönelik bir tutum sergilemişlerdir. Oysa, divan edebiyatı mahsulleri dikkatle incelendiğinde bu yargıların haksızlıkları hemen görülür. Nitekim, son yıllarda yapılan bütün divan edebiyatı araştırmalarında, bu tutumun aksi olan gerçekler vurgulanır olmuştur. Biz şimdi ramazan, Ramazan Bayramı ve bayram günlerini eksen alarak, bazı eski hayat sahnelerine değinmek istiyoruz. Bunu yaparken de genel anlamda ramazâniyyelerden ve ıydiyyelerden değil, yalnızca bir şairin manzumelerinden yola çıkacağız. Konumuz, 16. asrın yeniçeri şairlerinden Üsküdarlı Aşkî’nin (ö. 984 / 1576) şiirleridir.

Aşkî’nin divanında üç adet ıydiyye (bayram kasidesi) yer alır. Bunlardan biri, Ramazan Bayramı için kaleme alınmıştır. Bunu,

Rûzede irdi kemâle kâr-ı takvâ vü salâh
Câm-i cem sun sâkîyâ zevk ü safâdır şân-ı ıyd

beytinden anlıyoruz. Şair diyor ki: “Ey sâkî! Takva ve samimi dindarlık, oruç ile kemâle erdi. Şimdi sen, Cem’in kadehini sun ki bayramın şanı da zevk ü safa iledir.” Anlaşılan o ki şair ramazanda sofuluğun dik âlâsını yaşamış, takva ve ibadeti kemâle erdirmiş. Gelin görün ki sahip olduğu azgın nefis, hep böyle devam etmeye müsait değil; bayram gelir gelmez zevk ve safaya dalmak istiyor. Bu istekte kendini haklı göstermek için de “Bayramın şanı, içip eğlenmektir” hükmünü veriyor. Hem de tarihimizin en fazla içki yasağına şahit olduğu, Kanûnî döneminde.

Şimdi, kendi başımızdan pay biçelim. Önce üç aylar ve kandiller, ardından ramazan orucu ve nihayet Kadir gecesi. Bayrama gelindiğinde sanki cenneti hak etmişçesine bir rahatlama içerisine giriveririz (Yahut bize öyle geliyor). Dahası bayramın başlaması ile birlikte, hemen o manevi havayı ve incelen ruhlarımızın derin vecdini bırakıp daha bir beşeriyet takınırız. Ramazanda terk ettiğimiz masiyetleri işlemek için, sanki artık izin verilmiştir. Meyhaneler yıllık ibadetlerini toptan yapmış (!) kişilerce doluverir. Velhâsıl İslam’ın emirleri ve yasakları, nispeten hayattan çekilip yerini daha zıpır icraat ve davranışlara bırakır. Televizyon programlarından gazete köşelerine, ticarethanelerden memuriyetlere dek hemen her alanda bu uygulama, kısmen sezilir. Bayram elbette eğlenmek içindir; ama nasıl? Bu açıdan bakıldığında Aşkî’nin yukarıdaki beyti, günümüz hayat şartlarının hiç de uzağında değildir.

Aşkî, murabbalarıyla ünlü şairlerimizdendir. Ramazanın çıkıp bayramın girmesiyle ilgili samimi hislerini bulabildiğimiz, bir mütekerrir murabbaında şöyle diyor:

On bir aylık râhdan gelmişdin ey mâh-ı sand
Eylemişti pertevin halkın günâhın nâbedîd
İsmetinle ağzına iblîsin urmuşdun kilid
Hak müyesser ede ferhunde hilâlin bir dahi
Kim bile kime nasîb ola visâlin bir dahi
Görevüz ayn-ı riyâzetle cemâlin bir dahi
Elvedâ ey mâh-ı rûze merhabâ ey rûz-ı ıyd
Her menâr üzre kanâdilden geçirdin tavk-ı nûr
İ’tikâf ashâbının kalbine bahş ettin sürûr
Sür’at ile kıldın âhir ömrümüz gibi ubûr
Elvedâ ey mâh-ı rûze merhabâ ey rûz-ı ıyd

Şair ilk bentte ramazanın, on bir aylık yoldan gelmiş bir sultanın nuru sıfatıyla halkın günahlarını silip süpürdüğünü, şeytanın ağzına da kilit vurduğunu söylüyor. Şeytanın ağzına kilit vurulması yahut ramazan boyunca bağlı tutulması aslında, bir hadis-i şerif ile teyit edilmiştir. Bu bakımdan ehl-i İslam’ın ramazana bakış açısı, asırlar geçse de şüphesiz aynı kalacaktır. Yani 16. asırda şairin söyledikleri ile günümüzdeki telakkiler arasında hiçbir fark bulunamaz.

Şair ikinci bentte, önce ramazan hilâlinden bahsediyor. Bugün devasa teleskoplar ve ilm-i astronominin en ileri noktasında bile ramazan hilâli, İslam dünyasının dinî problemlerinden biridir. Göründü, görünmedi, görünmüş, gördüm… tartışmaları, her yıl temcit pilavı gibi gündemdedir. Şairin devrinde herhalde bu kadar problem değilmiş ki yukarıdaki mısrada kesin bir ifade kullanıyor. Devamla Aşkî “Kim bile kime nasîb ola visâlin bir dahi” buyuruyor. Ramazanın son günü, bu cümlenin değişik versiyonları, oruç tutan herkesin hâlâ ya ağzında ya kulağında değil midir? Bu cümle “Kim öle, kim kala”nın ramazan mihverinde ifadesidir. Oruç tutanla tutmayanın eşit olduğu Ramazan Bayramı’nın ilk gününde, insanların bir sonraki sene oruç mevsimine erişip erişmeyeceklerini bu tür cümlelerle dile getirmeleri, biraz nefis muhasebesi ise biraz da otuz günlük orucun getirdiği ruh incelmesi, huzur ve rahatlıktır. Bu cümleler, sanki biraz hayıflanma ile şunu ifade etmektedir: “Keşke ramazandaki halimiz bizde hep daim olabilse! Ne var ki daha bayram sabahından itibaren, önümüzde nefisle mücadele, kalple murakabe ve sabırla kat edilmesi gereken uzun bir imtihan periyodu başlıyor. İnşaallah, bu on bir ayda işleyeceğimiz hataları affettirmek için yeniden ramazana erişiriz!”

Aşkî, murabbaından seçtiğimiz son bentte, ramazanın gelmesiyle birlikte minarelerin kandillerle donatıldığını, mahya geleneğini, ramazanın son on gününde itikâfa çekilmeyi anlatır ki bunlar hâlâ yaşayan ramazan sahneleridir. Şair daha sonra, yine bir beylik söz kullanarak ramazana “Ömür gibi çabucak geçiverdin!” diyor.

Gerçekten de ramazan, insana hızla geçip gitmiş gibi gelir. Bu biraz da ramazanın koşturmaca içinde ve dolu dolu ihya edilmesinden kaynaklanır.

Murabbaın nakarat mısraı ise sanki bir ilahi güftesi veya bir mahya yazısı gibi:

Elvedâ ey mâh-ı rûze, merhabâ ey rûz-ı ıyd
Yani bugünün mahya diliyle;
Elveda ey ramazan
Hoş geldin, ey bayram!

Şairimiz, ramazanla bayramı birlikte andığı iki gazel yazmıştır. Bunlardan biri oldukça dikkate değerdir. İşte o gazelden birkaç beyit:

Keşf olup yine nikâb-ı rûzeden dîdâr-ı ıyd
Kalbine mü’mînlerin verdi safâ envâr-ı ıyd
Yine oruç perdesi açılıp bayramın çehresi göründü.
Böylece bayram nurları müminlerin kalbine esenlikler verdi.

Rûze-i hicrinde ıyd-ı vaslının müştâkına
Arz edip cânâ hilâl ebrûnu kıl izhâr-ı ıyd
Sevgili! Ayrılığının orucunu tutarken vuslatının bayramına susayanlara hilâl kaşlarını göster ki
herkes (o hilâli görünce) bayram geldi sansın.

Rûzedârân-ı firâk olanlar eylerler niyâz
Nâz ile salınan her bir serv-i gül ruhsâr-ı ıyd
Ayrılık orucunu tutanlar (durmadan şöyle) dua ederler:
Bayramın her bir gül yanaklı servisi, nâz ile salınırlar. İnşaallah!..

Yok demez virür metâ-ı vasla cânın müşterî
Her kaçan gün yüzlülerle germ ola bâzâr-ı ıyd
Her ne zaman güneş yüzlüler gelip de bayram pazarına canlılık verseler
müşterilerin her biri onların vuslat metâları için “yok!” demezler, canlarını verirler.

Allar gülgûnîler geymiş çü her bir lâle-had
Taze güllerle donanmış ser-be-ser gülzâr-ı ıyd
Her bir lale yanaklı (güzel) allar, gülgûnîler giymişler.
Bayram yeri sanki baştan başa taze güllerle donanmış.

Kılsa vaslında gönül bûsen temennâ etme ayb
Dûstum âdettir eyler cerrini cerrâr-ı ıyd
Sevgilim! Gönlüm vuslatını yaşarken, bûseni istese onu ayıplama.
Bilirsin ki bayram dilencisinin dilediğini istemesi âdettendir.

Ömr-i âdem gibi kûtehdir zamân-ı vasl-ı yâr
Aşkîyâ anı güzer kılmakda olmuş yâr-ı ıyd
Sevgilinin vuslat ânı, insan ömrü gibi kısacıktır.
Ey Aşkî! Onun bir an evvel geçip gitmesi için de bayram ona yâr (yardımcı) olmuş.

 

Şairin bu gazelde, ramazan ve bayramla ilgili olup da hâlen yaşayan bazı epizotlarını şöyle tespit etmek mümkündür:

İlk beyitte, oruç tutanların bayram yaklaştıkça daha coşkulu oluşları, ikincisinde ise hilâlin görünmesiyle birlikte bayramın başlaması ve âdeta bayram hilâlini görmek için yarışanların var olmasıdır. Üçüncü beyitte oruçlunun ettiği duanın kabul olacağı inancına uygun olarak, özellikle iftar vakti yapılan bir dua söz konusu edilmiştir. Tabii, âşığın iftar vakti edeceği ve kabul göreceğine dair hakkında nas bulunan en büyük duası, gül yanaklı sevgilinin salınarak teşrifidir.

Bir sonraki beyitte, bayram pazarına yolumuz düşer. Bayram öncesindeki pazarlar, diğerlerine nazaran çok canlı, kalabalık, hareketli ve de bereketli geçer. 16. asırda da durum aynı olmalı ki şair, sevgilisini bayram pazarında aramakta, onu orada satın almaya kalkmaktadır.

Beşinci beyitte, bir bayram yeri tasviri vardır. Aşkî’nin devrinde lunaparkların bulunmadığı kesindir. Ama yine de birkaç salıncağın, birkaç şekercinin, birkaç cambaz ve hokkabazın bulunduğu “deniz kızı Eftalya” değilse bile, Çin ü Maçin diyarından bin bir kurban verilerek şehre getirilebilmiş azgınca kükreyen (!) sünepe bir arslanın görüldüğü bir çadırın, remilcilerin, nakılcıların, mumcuların, tespihçi ve takkecilerin vs. bulunduğu bir bayram yeri, mutlaka var idi. Bayram yerinin asıl önemi de allar, gülgûnîler giymiş lale yanaklılarla dolu olmasıdır. Taşranın bayram yerleri hâlâ, gül yanaklılar peşinde koşan, kaytan bıyıklı delikanlılarla dolu değil midir?

Şair, altıncı beyitte cer âdetinden bahsediyor ki şudur: Üç aylar girince medrese mollaları vaaz ve imamet için imamsız köylere dağılır ve halkı irşat ederlerdi. Halk da onlara para ve geçimlik verirdi. Bu, bir nevi dilenciliğin pâyelicesidir. Bu âdet, sonraki asırlarda iyiden iyiye yozlaşmış, artık cer mollalarının yerini mahallenin kabadayı ve külhanbeyleri ile haşarı delikanlıları almıştır. Vaktiyle, çocukluğumda bendeniz de böyle bir tecrübe edinmiştim. Anadolu’nun bazı yerlerinde hâlâ bu âdet vardır. Buna göre cerre, arefe günü sabah namazından sonra çıkılır ve bazı tekerlemeler söylenerek (yağ parası, tuz parası veya üzüm çöpü, armut sapı vs. istenerek) evlerin kapıları çalınır, içeriden verilen çerez veya hediye kapışılırdı. Bunun ramazan davulcuları tarafından daha teşekkül etmiş şekli, mâniler eşliğinde hâlâ icra edilmektedir. Aşkî’nin son beytinde yine, yukarıda izah edilen, ramazanın rüzgâr gibi gelip geçtiğine dair telakkiler söz konusu edilmiştir.

Oysa halktan kopuk olduğu iddiasıyla küçümsenen bu edebiyat, aslında halkın bizzat kendisini, inanç dünyasını, sevinç ve hüzün mevsimlerini, gündelik ritüellerini, bayram telaşlarını ve hatta nefisle olan iç mücadelesini zarif bir söyleyişle dile getirmiştir. Şair, mahyaların nurunu da görmüştür, itikâfa çekilen dervişin sessizliğini de duymuştur; bayram yerindeki şekerciden geçen bir çocuğun sevinci kadar, meyhaneye koşan nefsin coşkusunu da satırlara taşımıştır. Yani ne varsa hayatta, hepsi şiirdedir; ne varsa halkta, hepsi divandadır. Bu sebepledir ki Aşkî gibi bir şairin mısraları olmasa idi, biz bugün 16. asırda bir bayram ertesi neler yaşanırdı, nasıl hissedilirdi, bunu tahayyül edemezdik. Çünkü divan şiiri yalnızca estetik bir söz sanatı değil, aynı zamanda kültürümüzün hafızası, medeniyetimizin şiirle yazılmış tarihidir.

Görülüyor ki 16. asırdan bu yana değişmeyen bazı kültür ve folklor değerlerimiz vardır ve bunları, bizim yıllarca, halktan kopuk diye suçladığımız divan şiiri tespit etmiştir. Şimdilerde kaç modern şairimiz, halka ve halkın değerlerine bu kadar eğilip şiirinde onları anıyor dersiniz? Yahut şöyle soralım: “Kara budun halkımızdan ne kadarı, günümüz şairlerini kendilerinden sayıyor veya hissediyorlar?”

Divan şiiri halktan uzakmış! Güldürmeyin insanı!

İskender Pala

1958 yılında Uşak’ta doğan İskender Pala, 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Divan edebiyatı alanında 1983’te doktor, 1993’te doçent, 1998’de ise profesör unvanını aldı. Divan edebiyatının halk tarafından yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları kaleme aldı. Seminerleri ve konferansları geniş kitlelerce ilgiyle takip edilen Pala, “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak anıldı.

Edebiyat alanındaki önemli çalışmalarıyla birçok ödüle layık görüldü. Bunlar arasında: Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülü (1989), AKDTYK Türk Dil Kurumu Ödülü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü (1996) yer almaktadır. Ayrıca, memleketi Uşak halkı tarafından 2001 yılında “Halk Kahramanı” seçilmiştir. Edebiyat dünyasına kazandırdığı Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Katre-i Matem, Şah & Sultan, OD, Efsane, Mihmandar, Karun ve Anarşist, Abum Rabum, İtiraf, Akşam Yıldızı, Kervan, A-71, Surnâme, Aşk Hikâyesi ve Azdahak gibi romanları büyük ilgi görmüş, baskıları yüz binlerce okuyucuya ulaşmış ve birçok dile çevrilmiştir.

Türk Patent Enstitüsü tarafından adı marka olarak tescillenmiş, ayrıca 2013 yılında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’ne layık görülmüştür. 2023 yılında ise Türk Dünyası Türksoy Onur Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Ömrünün en özel çalışması olarak Bülbülün Kırk Şarkısı adlı eserini gören İskender Pala, evli ve üç çocuk babasıdır. İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyeliğinin yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu üyesi olarak da görev yapmaktadır.

İskender Pala

1958 yılında Uşak’ta doğan İskender Pala, 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Divan edebiyatı alanında 1983’te doktor, 1993’te doçent, 1998’de ise profesör unvanını aldı. Divan edebiyatının halk tarafından yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları kaleme aldı. Seminerleri ve konferansları geniş kitlelerce ilgiyle takip edilen Pala, “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak anıldı.

Edebiyat alanındaki önemli çalışmalarıyla birçok ödüle layık görüldü. Bunlar arasında: Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülü (1989), AKDTYK Türk Dil Kurumu Ödülü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü (1996) yer almaktadır. Ayrıca, memleketi Uşak halkı tarafından 2001 yılında “Halk Kahramanı” seçilmiştir. Edebiyat dünyasına kazandırdığı Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Katre-i Matem, Şah & Sultan, OD, Efsane, Mihmandar, Karun ve Anarşist, Abum Rabum, İtiraf, Akşam Yıldızı, Kervan, A-71, Surnâme, Aşk Hikâyesi ve Azdahak gibi romanları büyük ilgi görmüş, baskıları yüz binlerce okuyucuya ulaşmış ve birçok dile çevrilmiştir.

Türk Patent Enstitüsü tarafından adı marka olarak tescillenmiş, ayrıca 2013 yılında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’ne layık görülmüştür. 2023 yılında ise Türk Dünyası Türksoy Onur Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Ömrünün en özel çalışması olarak Bülbülün Kırk Şarkısı adlı eserini gören İskender Pala, evli ve üç çocuk babasıdır. İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyeliğinin yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu üyesi olarak da görev yapmaktadır.