Ramazan Yazıları II

Hicaz’a Uzanan Sadakat Yolculuğu:
Surre Geleneği

İskender Pala

Ramazan Yazıları II

Hicaz’a Uzanan Sadakat Yolculuğu:
Surre Geleneği

İskender Pala

Read in English (The English translation was done with the help of AI)

Surre, en yaygın mânasıyla içi para dolu kese, yani para kesesi demektir. Osmanlı döneminde zenginler, şehrin fakir fukarası ile âlimlerini ve leylî medrese öğrencilerini iftara davet eder, iftardan sonra da onlara mangır dolu küçük kesecikler verirlermiş. Buna halk, diş kirası, mollalar da surre derlermiş.

Bu açıdan bakıldığında surre geleneği, bir yardımlaşma kurumu, fakir fukaraya yardım usulüdür. 19. yüzyıl şairi Fâzıl’ın bir beytinde surre, şöyle anılır:

Bilmem ki nice bu ramazân ü nice bu ıyd
Ne sâat ü ne şâl ne ihrâm u ne surre
Ne saat, ne şal, ne ihram, ne de surre (altın kesesi) gördük.
Bilemedim bu ne biçim ramazan ve ne şekil bayramdı!

Beyitte şair, daha 19. asırda surre geleneğinin ortadan kalkmaya yüz tuttuğundan; artık kimsenin kimseye iftarda diş kirası veya surre vermediğinden yakınıyor. Bugün bu gelenek tamamen tarih olmuştur. İftarlar çoğalmıştır; ama surre vermek için değil, iftarda para toplamak için! Her neyse…

Surre kelimesi, tarihimizde asıl mânasını surre alayı (surre-i hümâyun) vesilesiyle kazanmıştır. Surre-i hümâyun, Osmanlı padişahları tarafından Mekke ve Medine’ye gönderilen para ve hediyelere denir. Bu hediyelerin nakit olanları küçük keselere konulduğu için bu adı almıştır.

Her yıl receb ayının on ikisinde Topkapı Sarayı’ndan bir kervan ile yola çıkarılan surre, bir surre emini riyasetinde aylarca yol alarak Haremeyn’e ulaşırdı.

Tarihte ilk surre alayı Abbâsî halifelerinden Muktedir-Billâh tarafından tertip olunmuştur (923- 924). Osmanlı padişahlarında surre geleneği, Çelebi Mehmet (1413-1421) ile başlar. Teberru niteliğindeki bu surreler, Yavuz’un, mukaddes emanetleri ve hilâfeti Osmanlı’ya kazandırmasından sonra resmî bir görev ve siyasî bir gereklilik niteliği kazanmıştır. Hicaz ahalisinin “Sadâkat-i Rûmiyye” diyerek yolunu gözlediği bu vâridat, petrolü ve hac turizmi olmayan bedevî Araplar için hayati önem taşırmış. Her yıl tedricen arttırılan surre tahsisatı, Sultan II. Abdülhamit devrinde 3.514.000 kuruşa kadar çıkmıştır. İngilizler’in Arap kabilelerini Osmanlı’ya karşı ayaklandırmalarına kadar, bu gelenek sürmüş ve 1918’de, savaş için bile para bulamayan Osmanlı, 3.650.000 kuruşluk bir surre alayı çıkarmayı ihmal etmemiştir.

Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra eskiden kara yoluyla giden ve 12 Receb’de gönderilen surrenin yola çıkış tarihi 14 Şâban’a tahvil olunmuştur.

Osmanlı payitahtında, surre alayının yola çıkışı bir bayram havası taşırmış. Kendini hâdimü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı) gören Osmanlı padişahları, halkın katkılarını da geri çevirmez, surre alayına dahil ederlermiş.

Buna göre günler boyu Topkapı Sarayı’nda toplanıp biriken nakit ve hediyeler katırlara yüklenir ve padişahın altınlarını taşıyacak deve kızlar ağası tarafından yularından tutularak, herkesin görmesi için divan önünde dolaştırılırmış. Bundan sonra surre alayı, o yıl surre emini seçilen yaşlı ve pek itimat edilir bir zata teslim ile Kur’an’dan aşırlar okunup, naatlar söylenerek Beşiktaş’a doğru yola çıkarılırmış. Topkapı’dan Beşiktaş’a kadar olan yolda surre alayına halkın tahsis ettiği yüklü katırlar ve hediyeler de eklene eklene, kervan iyice büyür ve alayın geçtiği yollar, birer bayram şenliği gibi halkın akın akın gelip temaşasına sahne olurmuş. Hicaz’a gidecek surre develeri süslenir, üzerlerine halılar, ipekliler örtülür; boyunları, baldırları takılarla donatılır, kınalanırmış. Alayın başında atlı 12 çavuş, ardında yaya baltacılar, sonra kapıcıbaşı bulunur, sonra surre emini ile surre kâhyası ve gösterişli surre katarı yürürmüş. Padişahın surresini hâmil devenin etrafında 30 kadar baltacı, ardında da Mekke ve Medine fakirlerine dağıtılacak para ve malları taşıyan katırlar ve nihayet halk topluluğu, bir geçit resmi gibi Beşiktaş’a kadar gelir, buradan deniz yoluyla Üsküdar’a geçerlermiş. O gece Üsküdar’da konaklayan surre alayı, ertesi gün yine bayram kalabalıkları arasında Haremeyn’e selâmetlenir, ardından dualar okunarak gönüllere aydınlık ve ferahlık veren bir sevinç havası yaşanırmış.

Surre alayları, geçtikleri yerlerde büyük saygı ve sevgi gösterilerine şahit olarak aylar süren yolculuklar yapmışlardır. Kutsal topraklara emanetleri ulaştıran ve asırlar boyu hiç eksilmeyen bir ilgi ile yaşanan bu asil gelenek, Osmanlı’nın ihtişamlı bir sayfasını ve binlerin, on binlerin gönlünü süslemiştir. Bu vesile ile yapılan pek çok eski gravürde hâlâ bu ihtişamı görmek mümkündür.

HİLÂL GÖRÜNDÜ

Son yılların, İslam dünyasını yakından ilgilendiren bir mesele var: Ramazan ve bayram hilâli.

Ramazan ve bayram hilâlinin görünmesi belki tarihin her senesi boyunca, bu son yıllardaki kadar mesele haline dönüşmemiş, insanlar bu kadar kargaşalara düşmemiştir. Bu hale “teleskop icat oldu, oruç bozuldu!” diye bir kelam uydurmak bile mümkün.

Her neyse!

Bizim buradaki asıl meramımız, eskilerin gördükleri hilâlden bahsetmek.

Hicrî-kamerî aylar hilâlin görünmesiyle başlar; Şevval hilâli göründüğünde Ramazan ayı tamamlanır ve bayram vaktine erişilir. Divan şairleri de hem bayramı hem de hilâli bu vesile ile sıkça anıp mahbuplarına olan duygularını dile getirmeyi klasik bir kalıba sokmuşlardır. İşte onlardan biri olan 16. asır yeniçeri şairi Aşkî, şöyle diyor:

Sen hilâl-ebrûdan ayru ıyd mâtemdir bana
Kimse bayrâm eylemez çün kim görünmeye hilâl
Ey sevgili! Sen hilâl kaşlıdan uzakta iken, bayram bana matem görünür.
Nitekim hilâl görünmezse, kimse bayram yapmaz.

Burada şair, sevgilinin kaşını hilâle benzeterek o hilâl kaşı görmekle bayram eylediğini, o hilâl kaşlı ile yaşanmayan bayramı da matem saydığını ifade ediyor. Gerçekten de eşinden dostundan ayrı olan kişiler için bayram, ancak bir hüzün sebebidir. Herkesin gülüp eğlendiği bayram günlerinde, sevdiklerinden ayrı kalmanın acısını; ancak çekenler bilebilir. Hele yerinden yurdundan ayrı yahut yurdu savaş ve ateş çemberinde olanlara Allah sabır ve zafer versin!

Ramazan günlerini oruçlu geçiren kişi, bayrama hasret duyuyor demektir. Bu, tıpkı âşığın sevgilisine olan hasreti gibidir. Nitekim şairler, orucu bir ayrılık ve hicran, bayramı da bir vuslat ve kavuşma olarak telakki ederler. İşte Fatih’in veziri Ahmet Paşa’nın bir beyti:

Çektim firâkın savmını erdim cemâlin iydine
Aç leblerin meyhânesin ney gibi nâlân et beni
Ayrılığın orucunu tuttum da sonunda, güzelliğinin bayramına eriştim. (Artık ey sevgili!)
Dudaklarının meyhanesini açıp beni ney gibi nalân eyle!

Şair, bayramı, oruç tutmakla kaim görüyor. Yani bayram yapmak için, oruç tutmayı şart koşuyor. İkinci mısrada ise, sevgilinin dudağından çıkacak iki çift hoş kelam için yalvarıyor ki, bu sözler âşığa içki gibi tesir edip kendinden geçirecektir. Yani sevgilinin bir çift iyi sözü, âşık için bayramdır, hilâlin görünmesidir.

Ramazanlarda han-ı yağma iftarları meşhurdur. Nâilî, bu geleneği de söze alarak, bayram hilâlini bakınız nasıl vurguluyor:

Rûzedârı hân-ı yağmâ-yı visâle Nail
Gurre-i mâh-ı muharremdir hilâl-i câm-ı ıyd
Ey Nâilî! Sevgiliye vuslatın hân-ı yağması (yağma sofrası) etrafında (toplanan) oruçlular için,
bayram kadehinin hilâli, muharrem ayının ilk günleri sayılır.

Şair demek istiyor ki sevgilinin vuslatına erenler, yeniden doğmuş sayılırlar, yılbaşı gibi yeni bir hayata başlarlar.

Aşkî İlyas Efendi, bir kelime oyunu ile orucu ve bayramı pek hoş bir tarzda şöyle anıyor:

Öldürdü idi kâfir-i nefsimizi siyah
Olmasa idi dahi penâhı hisâr-ı ıyd
Eğer bayram denen hisara sığınmasa idik;
oruç, kâfir nefsimizi neredeyse öldürmek üzereydi.

Şair bayramın gelişine, nefsi adına seviniyorsa da ifadesinden birkaç gün daha oruçlu olunsaymış, orucun nefsini tamamen öldürmüş olacağı anlaşılıyor. 30 gün az gelmiş mübareğe!

İskender Pala

1958 yılında Uşak’ta doğan İskender Pala, 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Divan edebiyatı alanında 1983’te doktor, 1993’te doçent, 1998’de ise profesör unvanını aldı. Divan edebiyatının halk tarafından yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları kaleme aldı. Seminerleri ve konferansları geniş kitlelerce ilgiyle takip edilen Pala, “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak anıldı.

Edebiyat alanındaki önemli çalışmalarıyla birçok ödüle layık görüldü. Bunlar arasında: Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülü (1989), AKDTYK Türk Dil Kurumu Ödülü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü (1996) yer almaktadır. Ayrıca, memleketi Uşak halkı tarafından 2001 yılında “Halk Kahramanı” seçilmiştir. Edebiyat dünyasına kazandırdığı Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Katre-i Matem, Şah & Sultan, OD, Efsane, Mihmandar, Karun ve Anarşist, Abum Rabum, İtiraf, Akşam Yıldızı, Kervan, A-71, Surnâme, Aşk Hikâyesi ve Azdahak gibi romanları büyük ilgi görmüş, baskıları yüz binlerce okuyucuya ulaşmış ve birçok dile çevrilmiştir.

Türk Patent Enstitüsü tarafından adı marka olarak tescillenmiş, ayrıca 2013 yılında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’ne layık görülmüştür. 2023 yılında ise Türk Dünyası Türksoy Onur Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Ömrünün en özel çalışması olarak Bülbülün Kırk Şarkısı adlı eserini gören İskender Pala, evli ve üç çocuk babasıdır. İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyeliğinin yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu üyesi olarak da görev yapmaktadır.

İskender Pala

1958 yılında Uşak’ta doğan İskender Pala, 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Divan edebiyatı alanında 1983’te doktor, 1993’te doçent, 1998’de ise profesör unvanını aldı. Divan edebiyatının halk tarafından yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları kaleme aldı. Seminerleri ve konferansları geniş kitlelerce ilgiyle takip edilen Pala, “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak anıldı.

Edebiyat alanındaki önemli çalışmalarıyla birçok ödüle layık görüldü. Bunlar arasında: Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülü (1989), AKDTYK Türk Dil Kurumu Ödülü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü (1996) yer almaktadır. Ayrıca, memleketi Uşak halkı tarafından 2001 yılında “Halk Kahramanı” seçilmiştir. Edebiyat dünyasına kazandırdığı Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Katre-i Matem, Şah & Sultan, OD, Efsane, Mihmandar, Karun ve Anarşist, Abum Rabum, İtiraf, Akşam Yıldızı, Kervan, A-71, Surnâme, Aşk Hikâyesi ve Azdahak gibi romanları büyük ilgi görmüş, baskıları yüz binlerce okuyucuya ulaşmış ve birçok dile çevrilmiştir.

Türk Patent Enstitüsü tarafından adı marka olarak tescillenmiş, ayrıca 2013 yılında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’ne layık görülmüştür. 2023 yılında ise Türk Dünyası Türksoy Onur Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Ömrünün en özel çalışması olarak Bülbülün Kırk Şarkısı adlı eserini gören İskender Pala, evli ve üç çocuk babasıdır. İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyeliğinin yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu üyesi olarak da görev yapmaktadır.