Sabuncuoğlu Şerefeddin’in Cerrâhiyye-i İlhâniyye adlı eserinden minyatürlü bir sayfa (Millet Ktp., Tıp, nr. 79/353, vr. 51a)
İslam medeniyetinin ilk dönemlerinden itibaren ortaya konulan hekimlerin meslekî icrası, davranışları ve profesyonelliklerine dair etik standartlar, tıp biliminin gelişiminde güçlü bir yol gösterici olmuştur. Bu standartlar, Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinden gelen rehberlik üzerine bina edilmiştir. Hekimlerin ahlakı, davranış kodları, yeterlilikleri ve hasta bakımına ilişkin hükümlerin genel çerçevesi, bu iki ana şeriat kaynağında çizilmiştir. Sonraki dönemlerde, tıbbî uygulamalardaki gelişmelerle birlikte, diğer şeriat kaynaklarına ihtiyaç duyulmuştur. Bunlar arasında, fakihlerin ittifakı (icmâ) ve benzer durumlarla mukayese (kıyas) bulunmaktadır. Bu iki kaynak, Kur’an ve Sünnet’te doğrudan hüküm bulunmadığında şeriata uygun hükümler elde etmek için akıl yürütme ve zihinsel süreçlerin kullanılması anlamına gelen içtihadın geniş teması altında yer almaktadır.
İslam medeniyetinin ilk yüzyıllarından itibaren, hekimlerin hasta ve toplumla olan ilişkileri ve uygun davranışlarına dair kurallar, aşağıdaki gibi birçok öncü tarafından ortaya konulmuştur:
- İshak b. Ali er-Ruhâvî (ö. 319 / 931’den önce): Edebü’ṭ-ṭabîb
- Ebû Bekir er-Râzî (ö. 313/925): Aḫlâḳu’ṭ-ṭabîb
- Abdülmelik b. Habîb el-Endelüsî (ö. 238/853): et-Tıbbü’n-nebevî
- İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350): et-Tıbbü’n-nebevî
Batı dünyasında, özellikle insan denekler üzerinde yapılan bilimsel deneylerle ilgili biyoetik standartlar ve kurallar, son yetmiş-seksen yıl içinde gelişmeye başlamış; bu süreç, Nuremberg Kodeksi’nin ilan edilmesi ve 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilmesiyle ivme kazanmıştır.
Önemli diğer adımlar arasında:
– 1949’da Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) himayesinde kurulan Uluslararası Tıp Bilimleri Örgütleri Konseyi (CIOMS),
– 1964’te Dünya Tabipler Birliği (WMA) tarafından kabul edilen ve daha sonra birkaç kez güncellenen Helsinki Deklarasyonu,
– 1979’da iki Amerikalı biyoetikçi ve filozof olan Beauchamp ve Childress tarafından geliştirilen ve yayımlanan dönüm noktası niteliğindeki kitap: “Biyomedikal Etik İlkeleri” sayılabilir. Bu kitap Batı dünyasında benimsenmiş ve biyoetik kodların çoğunun temelini oluşturmuştur. Kitap, hak temelli ilkeler olarak tanımlanan dört biyoetik ilkeyi, yani: özerklik, yarar sağlama, zarar vermeme ve dağıtıcı adalet ilkelerini ortaya koymuştur.
Cerrâhiyye-i İlhâniyye’de bir çocuğun başındaki apsenin yarılmasını tasvir eden minyatür
(Bibliothèque Nationale, Suppl., Turcs, nr. 963, vr. 53a)
Geçmiş İslamî mirası incelediğimizde, tıbbî etik konularını ele alan bu dört ilkenin de İslam şeriatı külliyatı içerisinde yer aldığını görüyoruz. İslamî rehberliğin ruhu, Kur’an âyetlerinin, Peygamber hadislerinin ve içtihat sonuçlarının kodifikasyonu yoluyla tıbbın çeşitli yönlerine aktarılmaktadır; bu da şeriat veya İslam hukuku olarak anılan temel düzenlemelere dönüşmektedir. Bu bağlamda, biyoetik ne ahlaktan ne de şeriattan ayrı düşünülemez.
“İslamî Tıp Etiği” olarak adlandırdığımız şey, tıp terminolojisi ile ifade edilmek ve tıbbî uygulamalara ilişkin olmak kaydıyla, bir müslümanın ahlakî davranış ve tutumlarıyla aynı olan etik standartlardır. Batı’da son 70 yılda biyomedikal etik kodları benimsenmiş olsa da etik olmayan uygulamalar yayılmaya devam etmiştir. Literatürde tıbbî uygulama ve araştırmalardaki çeşitli etik dışı sapmalar ve yanlış davranışlar oldukça fazladır. Bu olguya katkıda bulunan birçok faktör bulunmaktadır. Modern tıbbî uygulama, daha önce keşfedilmemiş alanlara adım atarken, ahlakî ve dinî meselelerle iç içe geçmiştir. Örneğin, yardımlı üreme teknikleri ve yaşam sonu bakımı, sırasıyla yaşamın başlangıcı ve sonu ile ilgili sorunlarla iç içe geçmektedir. Gezegenin son yüzyılına damgasını vuran ve gerçek anlamıyla bir çığır açan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, bazılarına ahlakî ve dinî değerlerin gereksiz olduğu izlenimini vermiştir. Ayrıca, küreselleşme ve “büyük işletmeler” felsefesi, kâr, hakimiyet ve kontrolü öncelediği için genellikle ahlakî normları değersizleştirmektedir. Sağlığı bir “mal”, bir ticari “meta” olarak görmektedir. Önleyici tıbbı, temel sağlık hizmetlerinin teşvikini ve sağlıkla ilgili manevi unsurları marjinalleştirirken, bazılarının gerekli, faydalı veya etkili olduğu kanıtlanmamış bile olsa, daha fazla tıbbî müdahale ve prosedürü teşvik etmektedir. Bu da, genellikle sağlık hizmetleri maliyetlerinin artmasına ve sınırlı sağlık kaynaklarının israfına yol açmaktadır. Tıp mesleği, ne yazık ki, hekimler, araştırmacılar ve sağlık liderleri dahil olmak üzere, bu büyük işletmelerin baskısı altında kalmış ve bu baskı giderek artmıştır.
İbn Sînâ’ya göre kan dolaşımını gösteren çizim (A. Terzioğlu’ndan)
Batı biyoetik modeli ile karşılaştırıldığında, İslamî model, şeriat ilkeleri tarafından yönlendirilen ahlakî değerlere dayalı bütüncül bir etik sistemi benimsemektedir. Bu model, İslam hukukunun dengeli yeteneğini ve esnekliğini sergilemektedir. Çağdaş bilimsel ilerlemelerin ve yeniliklerin arayışını güçlendirirken, bu gelişmelerin kötüye kullanılmasını ve sapmalarını önlemek için çerçeve ve kılavuzlar da belirlemektedir.
Tanım olarak İslamî biyoetik; biyoloji, genetik mühendisliği ve tıbbın uygulanması esnasında ortaya çıkan, canlılara ilişkin güncel problemleri İslamî değerler ışığında inceleyen bir disiplindir. Son asırda insanlığın gündemine giren organ nakli, beyin ölümü, yardımcı üreme teknikleri, genetik müdahaleler, estetik operasyonlar gibi konuların yanı sıra, geçmişten beri var olagelen tedavi, kürtaj, otopsi, hekim-hasta ilişkileri, hekim hataları gibi konuları da incelemektedir. Ayrıca biyoetik, tıp etiğinden farklı olarak hayvan hakları, çevre etiği, helal gıda gibi canlılara ilişkin her türlü konuyu içine alacak kadar kuşatıcı bir alandır. İslamî biyoetik somut meselelerin yanı sıra beden, hastalık, tedavi, insan, embriyo gibi kavramları da çağdaş gelişmeler ışığında yeniden irdelemekte ve tanımlamaktadır. Doğası gereği alan, karmaşık meselelerin ele alınmasında farklı disiplinlerin bir arada çalışmasını gerektirmektedir. Bu bağlamda, müslüman fakihler, çeşitli tıbbî konularda, uygulamaların yararları ve zararları hakkında tıbbî uzmanlardan kapsamlı açıklamalar almakta ve bu doğrultuda hükümlerini tesis etmektedir.
İslam hukuku alimleri ile tıp uzmanları arasında yapıcı ve derinlemesine müzakerelere imkân veren fetva kurulları, konferanslar ve seminerler, uygun etik-dinî görüş ve hükümler gerektiren meseleleri netleştirmede önemli bir rol oynamıştır. Son yıllarda düzenlenen bu tür interaktif etkinlikler, çağdaş fetvaların ve dengeli şeriat görüşünün oluşturulmasında bir köşe taşı haline gelmiştir. Bireysel görüşler yerine kurumsal ve/veya kolektif fetvaların verilmesinde çağdaş fetva kurullarının rolü büyüktür.
Bilimsel ilerleme, geçmişte net bir şekilde anlaşılamayan birçok tıbbî meselenin temelini ve sonuçlarını aydınlatmada önemli olmuştur. Bugün için, müslüman fakihler ve İslam hukuku araştırmacılarının yeni ortaya çıkan biyomedikal meseleleri ele almak için içtihat metodolojisini kullanmalarını sağlayacak çeşitli ileri tıbbî bilgi kaynakları mevcuttur. Bugün, ortaya çıkan hemen hemen tüm çağdaş bilimsel-tıbbî meseleleri, keşifleri ve yenilikleri kapsayabilecek zenginlikte değerli bir biyoetik hukuk müktesebatına sahibiz. Tıp uzmanları ve bilim insanları ile İslam hukuku alimleri arasında multidisipliner çalışma, araştırma ve interaktif etkileşimler arttıkça bu müktesebatın daha da zenginleşip gelişeceği izahtan varestedir.
İslam medeniyetinin ilk dönemlerinden itibaren ortaya konulan hekimlerin meslekî icrası, davranışları ve profesyonelliklerine dair etik standartlar, tıp biliminin gelişiminde güçlü bir yol gösterici olmuştur. Bu standartlar, Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinden gelen rehberlik üzerine bina edilmiştir. Hekimlerin ahlakı, davranış kodları, yeterlilikleri ve hasta bakımına ilişkin hükümlerin genel çerçevesi, bu iki ana şeriat kaynağında çizilmiştir. Sonraki dönemlerde, tıbbî uygulamalardaki gelişmelerle birlikte, diğer şeriat kaynaklarına ihtiyaç duyulmuştur. Bunlar arasında, fakihlerin ittifakı (icmâ) ve benzer durumlarla mukayese (kıyas) bulunmaktadır. Bu iki kaynak, Kur’an ve Sünnet’te doğrudan hüküm bulunmadığında şeriata uygun hükümler elde etmek için akıl yürütme ve zihinsel süreçlerin kullanılması anlamına gelen içtihadın geniş teması altında yer almaktadır.
İslam medeniyetinin ilk yüzyıllarından itibaren, hekimlerin hasta ve toplumla olan ilişkileri ve uygun davranışlarına dair kurallar, aşağıdaki gibi birçok öncü tarafından ortaya konulmuştur:
- İshak b. Ali er-Ruhâvî (ö. 319 / 931’den önce): Edebü’ṭ-ṭabîb
- Ebû Bekir er-Râzî (ö. 313/925): Aḫlâḳu’ṭ-ṭabîb
- Abdülmelik b. Habîb el-Endelüsî (ö. 238/853): et-Tıbbü’n-nebevî
- İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350): et-Tıbbü’n-nebevî
Batı dünyasında, özellikle insan denekler üzerinde yapılan bilimsel deneylerle ilgili biyoetik standartlar ve kurallar, son yetmiş-seksen yıl içinde gelişmeye başlamış; bu süreç, Nuremberg Kodeksi’nin ilan edilmesi ve 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilmesiyle ivme kazanmıştır.
Önemli diğer adımlar arasında:
– 1949’da Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) himayesinde kurulan Uluslararası Tıp Bilimleri Örgütleri Konseyi (CIOMS),
– 1964’te Dünya Tabipler Birliği (WMA) tarafından kabul edilen ve daha sonra birkaç kez güncellenen Helsinki Deklarasyonu,
– 1979’da iki Amerikalı biyoetikçi ve filozof olan Beauchamp ve Childress tarafından geliştirilen ve yayımlanan dönüm noktası niteliğindeki kitap: “Biyomedikal Etik İlkeleri” sayılabilir. Bu kitap Batı dünyasında benimsenmiş ve biyoetik kodların çoğunun temelini oluşturmuştur. Kitap, hak temelli ilkeler olarak tanımlanan dört biyoetik ilkeyi, yani: özerklik, yarar sağlama, zarar vermeme ve dağıtıcı adalet ilkelerini ortaya koymuştur.
Cerrâhiyye-i İlhâniyye’de bir çocuğun başındaki apsenin yarılmasını tasvir eden minyatür
(Bibliothèque Nationale, Suppl., Turcs, nr. 963, vr. 53a)
Geçmiş İslamî mirası incelediğimizde, tıbbî etik konularını ele alan bu dört ilkenin de İslam şeriatı külliyatı içerisinde yer aldığını görüyoruz. İslamî rehberliğin ruhu, Kur’an âyetlerinin, Peygamber hadislerinin ve içtihat sonuçlarının kodifikasyonu yoluyla tıbbın çeşitli yönlerine aktarılmaktadır; bu da şeriat veya İslam hukuku olarak anılan temel düzenlemelere dönüşmektedir. Bu bağlamda, biyoetik ne ahlaktan ne de şeriattan ayrı düşünülemez.
“İslamî Tıp Etiği” olarak adlandırdığımız şey, tıp terminolojisi ile ifade edilmek ve tıbbî uygulamalara ilişkin olmak kaydıyla, bir müslümanın ahlakî davranış ve tutumlarıyla aynı olan etik standartlardır. Batı’da son 70 yılda biyomedikal etik kodları benimsenmiş olsa da etik olmayan uygulamalar yayılmaya devam etmiştir. Literatürde tıbbî uygulama ve araştırmalardaki çeşitli etik dışı sapmalar ve yanlış davranışlar oldukça fazladır. Bu olguya katkıda bulunan birçok faktör bulunmaktadır. Modern tıbbî uygulama, daha önce keşfedilmemiş alanlara adım atarken, ahlakî ve dinî meselelerle iç içe geçmiştir. Örneğin, yardımlı üreme teknikleri ve yaşam sonu bakımı, sırasıyla yaşamın başlangıcı ve sonu ile ilgili sorunlarla iç içe geçmektedir. Gezegenin son yüzyılına damgasını vuran ve gerçek anlamıyla bir çığır açan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, bazılarına ahlakî ve dinî değerlerin gereksiz olduğu izlenimini vermiştir. Ayrıca, küreselleşme ve “büyük işletmeler” felsefesi, kâr, hakimiyet ve kontrolü öncelediği için genellikle ahlakî normları değersizleştirmektedir. Sağlığı bir “mal”, bir ticari “meta” olarak görmektedir. Önleyici tıbbı, temel sağlık hizmetlerinin teşvikini ve sağlıkla ilgili manevi unsurları marjinalleştirirken, bazılarının gerekli, faydalı veya etkili olduğu kanıtlanmamış bile olsa, daha fazla tıbbî müdahale ve prosedürü teşvik etmektedir. Bu da, genellikle sağlık hizmetleri maliyetlerinin artmasına ve sınırlı sağlık kaynaklarının israfına yol açmaktadır. Tıp mesleği, ne yazık ki, hekimler, araştırmacılar ve sağlık liderleri dahil olmak üzere, bu büyük işletmelerin baskısı altında kalmış ve bu baskı giderek artmıştır.
İbn Sînâ’ya göre kan dolaşımını gösteren çizim (A. Terzioğlu’ndan)
Batı biyoetik modeli ile karşılaştırıldığında, İslamî model, şeriat ilkeleri tarafından yönlendirilen ahlakî değerlere dayalı bütüncül bir etik sistemi benimsemektedir. Bu model, İslam hukukunun dengeli yeteneğini ve esnekliğini sergilemektedir. Çağdaş bilimsel ilerlemelerin ve yeniliklerin arayışını güçlendirirken, bu gelişmelerin kötüye kullanılmasını ve sapmalarını önlemek için çerçeve ve kılavuzlar da belirlemektedir.
Tanım olarak İslamî biyoetik; biyoloji, genetik mühendisliği ve tıbbın uygulanması esnasında ortaya çıkan, canlılara ilişkin güncel problemleri İslamî değerler ışığında inceleyen bir disiplindir. Son asırda insanlığın gündemine giren organ nakli, beyin ölümü, yardımcı üreme teknikleri, genetik müdahaleler, estetik operasyonlar gibi konuların yanı sıra, geçmişten beri var olagelen tedavi, kürtaj, otopsi, hekim-hasta ilişkileri, hekim hataları gibi konuları da incelemektedir. Ayrıca biyoetik, tıp etiğinden farklı olarak hayvan hakları, çevre etiği, helal gıda gibi canlılara ilişkin her türlü konuyu içine alacak kadar kuşatıcı bir alandır. İslamî biyoetik somut meselelerin yanı sıra beden, hastalık, tedavi, insan, embriyo gibi kavramları da çağdaş gelişmeler ışığında yeniden irdelemekte ve tanımlamaktadır. Doğası gereği alan, karmaşık meselelerin ele alınmasında farklı disiplinlerin bir arada çalışmasını gerektirmektedir. Bu bağlamda, müslüman fakihler, çeşitli tıbbî konularda, uygulamaların yararları ve zararları hakkında tıbbî uzmanlardan kapsamlı açıklamalar almakta ve bu doğrultuda hükümlerini tesis etmektedir.
İslam hukuku alimleri ile tıp uzmanları arasında yapıcı ve derinlemesine müzakerelere imkân veren fetva kurulları, konferanslar ve seminerler, uygun etik-dinî görüş ve hükümler gerektiren meseleleri netleştirmede önemli bir rol oynamıştır. Son yıllarda düzenlenen bu tür interaktif etkinlikler, çağdaş fetvaların ve dengeli şeriat görüşünün oluşturulmasında bir köşe taşı haline gelmiştir. Bireysel görüşler yerine kurumsal ve/veya kolektif fetvaların verilmesinde çağdaş fetva kurullarının rolü büyüktür.
Bilimsel ilerleme, geçmişte net bir şekilde anlaşılamayan birçok tıbbî meselenin temelini ve sonuçlarını aydınlatmada önemli olmuştur. Bugün için, müslüman fakihler ve İslam hukuku araştırmacılarının yeni ortaya çıkan biyomedikal meseleleri ele almak için içtihat metodolojisini kullanmalarını sağlayacak çeşitli ileri tıbbî bilgi kaynakları mevcuttur. Bugün, ortaya çıkan hemen hemen tüm çağdaş bilimsel-tıbbî meseleleri, keşifleri ve yenilikleri kapsayabilecek zenginlikte değerli bir biyoetik hukuk müktesebatına sahibiz. Tıp uzmanları ve bilim insanları ile İslam hukuku alimleri arasında multidisipliner çalışma, araştırma ve interaktif etkileşimler arttıkça bu müktesebatın daha da zenginleşip gelişeceği izahtan varestedir.