Kayıp Zamanı Kütüphanede Aramak
Yıldız Ramazanoğlu
20 Eyl, 2024
Kayıp Zamanı Kütüphanede Aramak
Yıldız Ramazanoğlu
20 Eyl, 2024

Bütün kitaplarımın yayına hazırlanma süreci İSAM’da geçmiştir. Bu güzel mekân uzun süre neredeyse şehirdeki ikinci evim oldu. Fakat kütüphanelerle olan münasebetim bugünün değil, çocukluğumun Ankara’sına uzanan bir hikâyedir. Kavaklıdere’de, haftada bir gün alt sokağımıza gelen yarım gün konaklayan gezici kütüphane, hayatımın en sihirli macera dolu mekânlarından biriydi. O zamanlar çocuk kitapları diye bir bölüm yoktu sanırım her kitap çocuğa da büyüğe de aynı kapıdan açılırdı. Yaşımla alâkası olmayan sadece kapağından etkilenerek seçtiğim kitapları alır, ne okuduğumun tam mânasıyla farkında olmadan okurdum. Marie Antoinette’in giyotinde son bulan trajik hayatı, Rousseau’nun Emile’i ya da Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inin orta bire giden bir çocukla ne işi olurdu ki? Fakat bir otobüsün koltuklarının çıkarılıp raflar dolusu kitapla donatılması harika bir fikirdi. Her hafta iki ödünç kitap alır, hızla okur, yenileri için mahallemizin günü olan çarşambayı beklerdim.

Ankara Kız Lisesi’ne başladığımda da kitaplarla bağım hiç kopmadı, okulun kitaplık ve tiyatro kolunda görev almıştım. Hâlâ hafızamdadır, kütüphanenin o loş ve macera dolu havasında nice Avrupa klasiklerini okuyup içlerindeki önemli cümleleri defterime kaydederdim. Kendi klasiklerimize ulaşmak ise uzun zaman aldı; o da ayrı bir hikâye.  

Daha sonra Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde geçirdiğim İngilizce hazırlık senesi, arkadaşlarımın deyimiyle ağır derslerle yüklü yılların öncesindeki altın çağımızdı. İngilizce metinlerin yanı sıra Türk edebiyatının ve düşünce dünyamızın köşe taşı eserlerini de okumaya çalıştığımız zamanlar. Öte yandan, gençlerin iki kutba ayrılarak birbirlerine pusu kurduğu, sert tartışmaların ölümcül çatışmalara sebep olduğu, 80 İhtilali’nin hemen öncesi son ağır ve büyülü günlerdi. Evde bana ait bir odam ve kütüphanem vardı ancak başkalarının da çalıştığını görmek, insana evin dar kuyusunda bulamadığı bir heves ve azim verirdi. Genç insanların sosyalleşmeye olan ihtiyacı da işin cabasıydı.

Özellikle her sömestr sekiz-on ders aldığımız yıllarda sınav zamanı üniversitenin kitap kokan kütüphanesinde sabaha kadar çalıştığım olurdu. Cefakâr babam ezan vakti gelip alırdı beni. Münevver kız çocuk idealine bağlı bir cumhuriyet kişisi… Biraz da özellikle İngilizce kaynak kitaplarımız sadece bu kütüphanede bulunduğundan, bu nadide kitaplar, farmakopeler ödünç verilmediğinden, kütüphanede çalışmaya mahkumduk.  

Sonra o zor günler çatışmalar, ölümler, yıkımlar… Üniversiteye giremez olmuştuk ve son sene mezun olmak uğruna kitaplarla dolu ağır sırt çantamı alıp Kızılay Kumrular Sokak’taki Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi’ne taşındım. Tavanın yüksekliği acılarımı dindirir, orijinal ahşap masalar onlarca yılın yaşanmışlığıyla ruhumu kuşatır, yumuşak sarımsı ışıklandırması sayfaları sevgiyle ışıldatırdı. Evimiz Ayrancı’da olduğundan dolmuşla birkaç durak sonra ulaşırdım. O zamanlar sırt ağrısı nedir bilmediğimden saatlerce oturur, ilaçların sayfalarca süren kimyasal formüllerini ezberler, şifalı bitkilerin bize ne söylemeye çalıştığını anlamaya çalışırdım. Bu kadar çok çalışmamın sebebi okul birincisi olmak değil, mezun olup kurtulmak ve daha çok istediğim öteki işlere yaklaşmaktı. Felsefi metinler okumak, hikâyeler yazmak, yolculuklara çıkmak.

Sonunda olanlar oldu; 12 Eylül 1980 İhtilali bıçak gibi hayatımızı ortadan biçti. O günlerin güzel haberi 1983’te Bahçelievler’de açılan Milli Kütüphane’ydi. Kıymetli el yazmalarının, önemli bazı eserlerin ilk kez dijitale aktarılacağını, içinde çok nadide kitaplar bulunduğunu duymuştuk. Sevinçle görmeye gittim fakat kapısından adım bile atamadım; başörtülü girilemiyordu. Ne kadar kırıldığımı anlatamam, hâlâ da o travmayla kapısından içeri girmiş değilim. Genç yaştaki acılar, kalp kırıklıkları ne unutuluyor ne de diniyor. Geçen yıl T.C. Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi’ni ziyaret ettim ve her meşrepten, yaştan insanın özgürce gelip çalışmalarını, modern imkânlardan yararlanmalarını etkileyici ve dostane buldum. Zamanın çoğul ruhuna yakışan bir yer.  

1990’da Ankara’dan İstanbul’a taşındıktan birkaç yıl sonra Avrupa ve İslam dünyasındaki kadın zirvelerine dair izlenimlerimi bir kitapta toplamış ve ilk kitabım olan Bir Dünyanın Kadınları’nı çıkarmıştım. Beni bir konuşma için Nürnberg’e davet eden feminist örgütün adından almıştım kitabın ismini: “Frauen von rer Einen Welt” Bu arada annelik, evle yaşlılarla ilgilenme, gündelik hayatın aman vermez çevrimi, eczacılık mesleğinin icrası derken yazmak hayal oldu. Dergi ve kitap okumalarım sürse de yazmanın gerektirdiği kuytu sessizliğe ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Durmadan sürüklenmemizi isteyen hayat, çoğu zaman durup düşünmeye yazmaya izin vermez. Hele ki bir kadın yazmak gibi tekinsiz gereksiz ve tuhaf bir işe kalkışacaksa hayat kördüğüm gibi yumak olup üzerine daha da sıkıca gelir. Bir kadın aşkın bir iş için ayrılan vakitlerinin, yakınlarının hayatından çalındığı iması yüzünden hep özür dilemek zorunda kalır.

Sevgili arkadaşım Nevin Meriç İSAM Kütüphanesi’nden söz ettiğinde doksanlı yılların sonuydu sanırım. Fakat “İslam Araştırmaları Merkezi” olarak inşa edilen kütüphane, İslam dini, tarihi ve medeniyetini ilmî esaslar çerçevesinde araştırmak ve tanıtmak için kurulmuştu. İhtisas gerektiren bir kayıt sistemi vardı. Bu arada ilk hikâye kitabım olan Derin Siyah da yayınlanıp Yazarlar Birliği tarafından yılın hikâye kitabı seçilince(2002), iki kitabımla birlikte başvurdum ve kartıma kavuştum. Açık konuşmak gerekirse başvuruda hissetmiştim ki edebi metinlerin akademi dünyasında yeterince değeri yok. Daha ciddi şeyler yazmam bekleniyordu. Somut verilerin ve referans sisteminin yanında özellikle de kurgu eserlerin havada kaldığı gibi bir inancı fark etmemek mümkün değildi.    

İSAM Kütüphanesi bana muhtaç olduğum sessizliği sağlıyor üstüne bir de bahçe vaat ediyordu. Gönül isterdi ki çok daha büyük ulu ağaçlarla dolu bir bahçe olsun. Fakat buna da şükür; karda, kışta, yağmurda ve baharda bahçenin her hali köklenmemize yol açıyor. Rüzgârla düşen olgun incirler, baharlarda ekilen çuha çiçekleri, gencecik erguvanlar bilgece salınan sihirli salkım söğütlere kadar… Sonra öğle aralarında yemek için dışarıda dolaşıp arayışa girmeye de gerek kalmıyor, çünkü sağlıklı ve malzemesi helalinden uygun fiyata menü hazır. Çay ocağında durmadan hizmet veren kardeşler. Adını andığım bütün kütüphanelerde yanımızda çay taşırdık, bu da büyük bir eziyetti. İSAM’da dostlarla yapılan iftarlar da bir gelenek haline geldi ve daha sürmesini dilerim.  

Dünyada görkemleriyle büyüleyen birçok kütüphaneyi görmek imkânım oldu. NYC’de Public Library bunlardan biri. Aynı zamanda müze olan ve kültürel etkinliklerin de gerçekleştiği bu kütüphanede dünya insanlarıyla birlikte o tarihî masalardaki derin sessizlikte çalışmak, herkesin okumak, düşünmek ve yazmaktan oluşan denizde yüzdüğünü görmek ilham verici. Fakat turistler büyük bir sessizlik içinde de olsa gezebildiklerinden, üniversite kütüphaneleri her zaman daha çekici ve elverişli geldi bana. Mesela New York State Üniversitesi’nin çok katlı devasa kütüphanesi… Yüzlerce insanla birlikte okumak ve yazmak varoluşumuzu derinleştirecek müşterek soruları da beraberinde getiriyor. Buralarda devletlerle halkları, insanlarla sistemleri ayırt etmek mümkün. Bugün, Filistin için yapılan eylemlerin ana dinamiği de bu; akleden, hisseden bireylerin kuşatmaları kırma yeteneği…

Bir dönem de Connecticut eyaletindeki Sacred Heart Üniversitesi’nin kütüphanesinde çalışmıştım. Burası Katoliklerin kurduğu en köklü üniversitelerden biriydi. Kütüphanenin bazı köşelerine yerleştirilmiş kanepeler vardı, insanlar doğal bir akış içinde biraz dinlenip sonra kalkıp bir kahve alıyor ve çalışmaya devam edebiliyorlardı. O kadar naif ve doğal bir şekilde gerçekleşiyordu ki bu durum, rahatsız edici olmaktan uzaktı.

Tarihî Kütüphane denince aklıma hemen İstanbul’daki Beyazıt Devlet Kütüphanesi gelir (Kütübhâne-i Umûmî-yi Osmânî). 1884 yılından beri hizmet veren nadide bir yer. Prof. Şeyma Güngör hocamızla birlikte el yazmalarının olduğu bölüme girdiğimiz ve müdürümüzün rehberliğinde dokunmadan bazı kitaplara bakabildiğimiz an benim için unutulmazdır.

Tarihî kütüphanelerden biri de İskenderiye’nin yüzlerce yıllık kütüphanesidir. Bu kütüphane 900.000 el yazması eserin derlenmesiyle antik çağın bir numaralı bilgi kaynağı olmuştu. Elbette ilk formunda değil ve defalarca yakılıp yıkılıp yağmalandıktan sonra modern üslupla yeniden inşa edilmiştir. 2002’deki açılışından sonra gidip görmek nasip oldu. Aynı yıllarda inşa edilen antik Bergama Kütüphanesi’nin Türkiye’de olması ise ayrı bir güzellik.  

Birçok tarihî kütüphane sayabilirim ama Dublin’deki Trinity College Kütüphanesi’ni ayrıca anmak isterim. Orada gezerken Hz. Îsâ sevgisine yakinen tanık olmuştum. Ahşap yapısı, simetrik tasarımı, insanı gerçekten çağlar öncesinde yaşatan içli atmosferi ile insanlığın medeniyet mekânlarından biri. Sekiz yüz yıl önce Celtic rahipler tarafından kaleme alınan Book of Kells’in el yazmalarını barındırması İrlandalılar için büyük heyecan kaynağı.

İSAM’a dönersek, gezip dolaşıp uzaklardan eve gelmek gibi. Tarihî masaları, sandalyeleri olmayabilir çünkü o geçmişin değil, modern zamanların klasiği. Dijital çağın hızı içinde yüzlerce yerli ve misafir akademisyenin yetişmesine yuva oldu, üstelik kendi destanını pekiştirecek büyük bir esere imza attı. Burada yeşeren TDV İslâm Ansiklopedisi, İslam hakkında samimi arayış içinde olan her insanın yararlanabileceği büyük bir kaynak. Murat Pay’ın yönetmenliğinde çekilen “Hep Otuz Üç Yaşında” belgeselini (2023) izlerken bu eserin ne büyük fedakarlıklarla, aşkla ve azimle tamamlandığını görmemek mümkün değil. Her madde için dökülen göz nuru ve emeği hissedebiliyorsunuz.

Zaman zaman tebdili mekân için Karaköy’de Salt’a, Üsküdar’da Sahil Nevmekan’a ya da  Şemsi Paşa Kütüphanesi’ne gitsem de en verimli çalıştığım en çok güvende hissettiğim yer İSAM oldu. Masadaki her şeyi güvenle bırakabilmek büyük bir nimet. Buranın en kıymetli alamet-i farikası güven. Bu da artık az bulunur bir kimya. Nazar değmesin.

Bütün kitaplarımın yayına hazırlanma süreci İSAM’da geçmiştir. Bu güzel mekân uzun süre neredeyse şehirdeki ikinci evim oldu. Fakat kütüphanelerle olan münasebetim bugünün değil, çocukluğumun Ankara’sına uzanan bir hikâyedir. Kavaklıdere’de, haftada bir gün alt sokağımıza gelen yarım gün konaklayan gezici kütüphane, hayatımın en sihirli macera dolu mekânlarından biriydi. O zamanlar çocuk kitapları diye bir bölüm yoktu sanırım her kitap çocuğa da büyüğe de aynı kapıdan açılırdı. Yaşımla alâkası olmayan sadece kapağından etkilenerek seçtiğim kitapları alır, ne okuduğumun tam mânasıyla farkında olmadan okurdum. Marie Antoinette’in giyotinde son bulan trajik hayatı, Rousseau’nun Emile’i ya da Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inin orta bire giden bir çocukla ne işi olurdu ki? Fakat bir otobüsün koltuklarının çıkarılıp raflar dolusu kitapla donatılması harika bir fikirdi. Her hafta iki ödünç kitap alır, hızla okur, yenileri için mahallemizin günü olan çarşambayı beklerdim.

Ankara Kız Lisesi’ne başladığımda da kitaplarla bağım hiç kopmadı, okulun kitaplık ve tiyatro kolunda görev almıştım. Hâlâ hafızamdadır, kütüphanenin o loş ve macera dolu havasında nice Avrupa klasiklerini okuyup içlerindeki önemli cümleleri defterime kaydederdim. Kendi klasiklerimize ulaşmak ise uzun zaman aldı; o da ayrı bir hikâye.  

Daha sonra Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde geçirdiğim İngilizce hazırlık senesi, arkadaşlarımın deyimiyle ağır derslerle yüklü yılların öncesindeki altın çağımızdı. İngilizce metinlerin yanı sıra Türk edebiyatının ve düşünce dünyamızın köşe taşı eserlerini de okumaya çalıştığımız zamanlar. Öte yandan, gençlerin iki kutba ayrılarak birbirlerine pusu kurduğu, sert tartışmaların ölümcül çatışmalara sebep olduğu, 80 İhtilali’nin hemen öncesi son ağır ve büyülü günlerdi. Evde bana ait bir odam ve kütüphanem vardı ancak başkalarının da çalıştığını görmek, insana evin dar kuyusunda bulamadığı bir heves ve azim verirdi. Genç insanların sosyalleşmeye olan ihtiyacı da işin cabasıydı.

Özellikle her sömestr sekiz-on ders aldığımız yıllarda sınav zamanı üniversitenin kitap kokan kütüphanesinde sabaha kadar çalıştığım olurdu. Cefakâr babam ezan vakti gelip alırdı beni. Münevver kız çocuk idealine bağlı bir cumhuriyet kişisi… Biraz da özellikle İngilizce kaynak kitaplarımız sadece bu kütüphanede bulunduğundan, bu nadide kitaplar, farmakopeler ödünç verilmediğinden, kütüphanede çalışmaya mahkumduk.  

Sonra o zor günler çatışmalar, ölümler, yıkımlar… Üniversiteye giremez olmuştuk ve son sene mezun olmak uğruna kitaplarla dolu ağır sırt çantamı alıp Kızılay Kumrular Sokak’taki Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi’ne taşındım. Tavanın yüksekliği acılarımı dindirir, orijinal ahşap masalar onlarca yılın yaşanmışlığıyla ruhumu kuşatır, yumuşak sarımsı ışıklandırması sayfaları sevgiyle ışıldatırdı. Evimiz Ayrancı’da olduğundan dolmuşla birkaç durak sonra ulaşırdım. O zamanlar sırt ağrısı nedir bilmediğimden saatlerce oturur, ilaçların sayfalarca süren kimyasal formüllerini ezberler, şifalı bitkilerin bize ne söylemeye çalıştığını anlamaya çalışırdım. Bu kadar çok çalışmamın sebebi okul birincisi olmak değil, mezun olup kurtulmak ve daha çok istediğim öteki işlere yaklaşmaktı. Felsefi metinler okumak, hikâyeler yazmak, yolculuklara çıkmak.

Sonunda olanlar oldu; 12 Eylül 1980 İhtilali bıçak gibi hayatımızı ortadan biçti. O günlerin güzel haberi 1983’te Bahçelievler’de açılan Milli Kütüphane’ydi. Kıymetli el yazmalarının, önemli bazı eserlerin ilk kez dijitale aktarılacağını, içinde çok nadide kitaplar bulunduğunu duymuştuk. Sevinçle görmeye gittim fakat kapısından adım bile atamadım; başörtülü girilemiyordu. Ne kadar kırıldığımı anlatamam, hâlâ da o travmayla kapısından içeri girmiş değilim. Genç yaştaki acılar, kalp kırıklıkları ne unutuluyor ne de diniyor. Geçen yıl T.C. Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi’ni ziyaret ettim ve her meşrepten, yaştan insanın özgürce gelip çalışmalarını, modern imkânlardan yararlanmalarını etkileyici ve dostane buldum. Zamanın çoğul ruhuna yakışan bir yer.  

1990’da Ankara’dan İstanbul’a taşındıktan birkaç yıl sonra Avrupa ve İslam dünyasındaki kadın zirvelerine dair izlenimlerimi bir kitapta toplamış ve ilk kitabım olan Bir Dünyanın Kadınları’nı çıkarmıştım. Beni bir konuşma için Nürnberg’e davet eden feminist örgütün adından almıştım kitabın ismini: “Frauen von rer Einen Welt” Bu arada annelik, evle yaşlılarla ilgilenme, gündelik hayatın aman vermez çevrimi, eczacılık mesleğinin icrası derken yazmak hayal oldu. Dergi ve kitap okumalarım sürse de yazmanın gerektirdiği kuytu sessizliğe ulaşmak neredeyse imkânsızdı. Durmadan sürüklenmemizi isteyen hayat, çoğu zaman durup düşünmeye yazmaya izin vermez. Hele ki bir kadın yazmak gibi tekinsiz gereksiz ve tuhaf bir işe kalkışacaksa hayat kördüğüm gibi yumak olup üzerine daha da sıkıca gelir. Bir kadın aşkın bir iş için ayrılan vakitlerinin, yakınlarının hayatından çalındığı iması yüzünden hep özür dilemek zorunda kalır.

Sevgili arkadaşım Nevin Meriç İSAM Kütüphanesi’nden söz ettiğinde doksanlı yılların sonuydu sanırım. Fakat “İslam Araştırmaları Merkezi” olarak inşa edilen kütüphane, İslam dini, tarihi ve medeniyetini ilmî esaslar çerçevesinde araştırmak ve tanıtmak için kurulmuştu. İhtisas gerektiren bir kayıt sistemi vardı. Bu arada ilk hikâye kitabım olan Derin Siyah da yayınlanıp Yazarlar Birliği tarafından yılın hikâye kitabı seçilince(2002), iki kitabımla birlikte başvurdum ve kartıma kavuştum. Açık konuşmak gerekirse başvuruda hissetmiştim ki edebi metinlerin akademi dünyasında yeterince değeri yok. Daha ciddi şeyler yazmam bekleniyordu. Somut verilerin ve referans sisteminin yanında özellikle de kurgu eserlerin havada kaldığı gibi bir inancı fark etmemek mümkün değildi.    

İSAM Kütüphanesi bana muhtaç olduğum sessizliği sağlıyor üstüne bir de bahçe vaat ediyordu. Gönül isterdi ki çok daha büyük ulu ağaçlarla dolu bir bahçe olsun. Fakat buna da şükür; karda, kışta, yağmurda ve baharda bahçenin her hali köklenmemize yol açıyor. Rüzgârla düşen olgun incirler, baharlarda ekilen çuha çiçekleri, gencecik erguvanlar bilgece salınan sihirli salkım söğütlere kadar… Sonra öğle aralarında yemek için dışarıda dolaşıp arayışa girmeye de gerek kalmıyor, çünkü sağlıklı ve malzemesi helalinden uygun fiyata menü hazır. Çay ocağında durmadan hizmet veren kardeşler. Adını andığım bütün kütüphanelerde yanımızda çay taşırdık, bu da büyük bir eziyetti. İSAM’da dostlarla yapılan iftarlar da bir gelenek haline geldi ve daha sürmesini dilerim.  

Dünyada görkemleriyle büyüleyen birçok kütüphaneyi görmek imkânım oldu. NYC’de Public Library bunlardan biri. Aynı zamanda müze olan ve kültürel etkinliklerin de gerçekleştiği bu kütüphanede dünya insanlarıyla birlikte o tarihî masalardaki derin sessizlikte çalışmak, herkesin okumak, düşünmek ve yazmaktan oluşan denizde yüzdüğünü görmek ilham verici. Fakat turistler büyük bir sessizlik içinde de olsa gezebildiklerinden, üniversite kütüphaneleri her zaman daha çekici ve elverişli geldi bana. Mesela New York State Üniversitesi’nin çok katlı devasa kütüphanesi… Yüzlerce insanla birlikte okumak ve yazmak varoluşumuzu derinleştirecek müşterek soruları da beraberinde getiriyor. Buralarda devletlerle halkları, insanlarla sistemleri ayırt etmek mümkün. Bugün, Filistin için yapılan eylemlerin ana dinamiği de bu; akleden, hisseden bireylerin kuşatmaları kırma yeteneği…

Bir dönem de Connecticut eyaletindeki Sacred Heart Üniversitesi’nin kütüphanesinde çalışmıştım. Burası Katoliklerin kurduğu en köklü üniversitelerden biriydi. Kütüphanenin bazı köşelerine yerleştirilmiş kanepeler vardı, insanlar doğal bir akış içinde biraz dinlenip sonra kalkıp bir kahve alıyor ve çalışmaya devam edebiliyorlardı. O kadar naif ve doğal bir şekilde gerçekleşiyordu ki bu durum, rahatsız edici olmaktan uzaktı.

Tarihî Kütüphane denince aklıma hemen İstanbul’daki Beyazıt Devlet Kütüphanesi gelir (Kütübhâne-i Umûmî-yi Osmânî). 1884 yılından beri hizmet veren nadide bir yer. Prof. Şeyma Güngör hocamızla birlikte el yazmalarının olduğu bölüme girdiğimiz ve müdürümüzün rehberliğinde dokunmadan bazı kitaplara bakabildiğimiz an benim için unutulmazdır.

Tarihî kütüphanelerden biri de İskenderiye’nin yüzlerce yıllık kütüphanesidir. Bu kütüphane 900.000 el yazması eserin derlenmesiyle antik çağın bir numaralı bilgi kaynağı olmuştu. Elbette ilk formunda değil ve defalarca yakılıp yıkılıp yağmalandıktan sonra modern üslupla yeniden inşa edilmiştir. 2002’deki açılışından sonra gidip görmek nasip oldu. Aynı yıllarda inşa edilen antik Bergama Kütüphanesi’nin Türkiye’de olması ise ayrı bir güzellik.  

Birçok tarihî kütüphane sayabilirim ama Dublin’deki Trinity College Kütüphanesi’ni ayrıca anmak isterim. Orada gezerken Hz. Îsâ sevgisine yakinen tanık olmuştum. Ahşap yapısı, simetrik tasarımı, insanı gerçekten çağlar öncesinde yaşatan içli atmosferi ile insanlığın medeniyet mekânlarından biri. Sekiz yüz yıl önce Celtic rahipler tarafından kaleme alınan Book of Kells’in el yazmalarını barındırması İrlandalılar için büyük heyecan kaynağı.

İSAM’a dönersek, gezip dolaşıp uzaklardan eve gelmek gibi. Tarihî masaları, sandalyeleri olmayabilir çünkü o geçmişin değil, modern zamanların klasiği. Dijital çağın hızı içinde yüzlerce yerli ve misafir akademisyenin yetişmesine yuva oldu, üstelik kendi destanını pekiştirecek büyük bir esere imza attı. Burada yeşeren TDV İslâm Ansiklopedisi, İslam hakkında samimi arayış içinde olan her insanın yararlanabileceği büyük bir kaynak. Murat Pay’ın yönetmenliğinde çekilen “Hep Otuz Üç Yaşında” belgeselini (2023) izlerken bu eserin ne büyük fedakarlıklarla, aşkla ve azimle tamamlandığını görmemek mümkün değil. Her madde için dökülen göz nuru ve emeği hissedebiliyorsunuz.

Zaman zaman tebdili mekân için Karaköy’de Salt’a, Üsküdar’da Sahil Nevmekan’a ya da  Şemsi Paşa Kütüphanesi’ne gitsem de en verimli çalıştığım en çok güvende hissettiğim yer İSAM oldu. Masadaki her şeyi güvenle bırakabilmek büyük bir nimet. Buranın en kıymetli alamet-i farikası güven. Bu da artık az bulunur bir kimya. Nazar değmesin.

İSAM Bülteni‘ne

Abone Ol!

İSAM Bülteni‘ne

Abone Ol!