Ramazan Yazıları I

Ramazan Faslı

İskender Pala

Ramazan Yazıları I

Ramazan Faslı

İskender Pala

Read in English
(The English translation was done with the help of AI)

İslam inancında ramazan ayı mağfiret, lütuf ve ihsan ile birlikte anılır. Hepimiz inanırız ki bu ayda açılan eller boş çevrilemeyecek, gönüller mutluluk, yüzler tebessümle dolacaktır. İftarın sevinç ve huzuru yanında sahurun bereketinin de inananı şâd u hurrem eylediğini, her oruç tutan mümin bilir. Oruç Allah içindir ve ecrini de bizzat Allah verecektir. Bunun içindir ki bu ayda müminler handan; münafıklar giryan, şeytan sûzan u perişandır. Cennet kapıları açık, cehennem kapıları kapalı ve mümin melekiyet makamındadır. Nasıl ki insan yaratılmışların en şereflisi ise, ramazan da ayların en faziletlisidir. O, on bir ayın sultanı, “Hoş geldin ya ramazan!” ile karşılanıp “Elveda ey mâh-ı gufrân” ile uğurlanan kutlu aydır. Müminlerin sevinci, muradı ve bayramıdır. Onun içindir ki halk, daha ramazan gelmeden hazırlıklarına başlar, bu ayın özel bir hassasiyet içinde yaşanmasına itina gösterir olmuştur.

Peki ya eskiler, eski ramazanlar? Mütecânis, bir İslam toplumunda yaşanan eski ramazanlar için eski kitaplarda yazılanların, yeterli olduğunu sanmıyorum. Yakın geçmişin ramazanlarıyla ilgili okuduklarımdan ziyade, uzak geçmişin yozlaştırılmamış ramazanlarından birinde İstanbul’da yaşamak kim bilir ne saadet idi? Çünkü bunları şairlerden dinleyince, insanın hayal perdesi bir an yırtılacak gibi oluyor. Kalın kalın divanlar arasında oruçtan, ramazandan, bayramdan dem vuran beyitlerin çokluğu bile eski ramazanların bir zaman mihveri olarak her geçen ve gelecek yıla damgasını vurduğunu göstermeye yeter. Elbette, şair bu hayatın içindedir ve oruçtan, iftardan, ramazandan, bayramdan etkilenecektir. Söz gelimi, bir tanesi şöyle yakınıyor:

Günümüz gün gibi türlü zevâl ile geçer
Kadrimiz bilmediler nite ki mâh-ı ramazân
Yahya Bey
Gün(düz)ümüz güneş gibi türlü zeval vakitleriyle (yani aşkta hüsranlar) ile geçiyor.
Tıpkı ramazan ayı gibi, bizim de kadrimizi bilmediler, (elden ne gelir!).

Doğrusu, müthiş bir beyit! Değeri bilinmediğinden şikâyet ederken övünmenin nazikçesi! Şair âdeta kendini yeriyormuş gibi görünüp övünüyor (te’kîdü’l-medh bimâ yüşbihu’z-zemm). Mümin, ramazanda ne denli ibadet etse, yine de onun kıymetini bilememiş demektir. Çünkü bu ayın faziletleri, bitesi değil. Nitekim bilge insanlar da bunun farkında olarak durmadan ramazanın kadrini, kıymetini bilemediklerinden yakınırlar. Hele bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi!.. Şair “Kadrimiz bilmediler…” derken bize göre pek muhteşem ve sanatlı bir ifadeyle Kadir gecesinin hangi gece olduğunun bilinmediğine de işaret ederek, tevriye yapıyor.

Hemen her oruç tutulan evde, gözle görülür bir ramazan bereketi vardır. Allah’ın lütfu ve hikmeti iledir ki ramazan bir bolluk ayıdır. İşte şair dilinden, iki kişi arasında bir konuşma:

Dedim artırdı gamın hânını hicrin gecesi
Dedi nimet çoğ olur çünki şeb-i rûze gele
Ahmet Paşa
— (Ey sevgili!) ayrılığın gecesi, gam sofrasını artırdı. Bu geliş ne hâl?
el-cevap: Niye şaşırıyorsun? Oruç geceleri gelince nimet elbette çok olur.

Eski şairler için ramazan deyince hemen ilk akla gelen şey; hasrettir, firaktır, hicrandır, ayrılıktır. Zira oruçlunun iftarı beklemesi ile âşığın (şairin) sevgiliyi beklemesi arasında pek bir fark yoktur. Hele bu bekleyişin sonunda bayram (vuslat) var ise!.. Bakınız Fatih ne diyor:

Zülfün şeb-i kadr oldu kaşın ıyd hilâli
Vaslın demi ıyd oldu firâkın ramazândır
Avnî
Zülfün (karanlıkta) Kadir gecesi oldu. Kaşın ise (o gece ortasında) bir bayram hilali (gibi görünmekte).
Vuslatın bayram vakti, ayrılığın ise ramazandır.

Şimdi de Hayâlî’nin hayalini görelim:

Aynısın lâmın otuz gün olduğuna müzenin
Ya felek levhinde nûn-ı dâmen-i Rahmân mısın
Allah, orucun otuz gün olduğuna (delil olarak) seni “ayn-lâm” olarak mı yarattı; yoksa felek sathında Rahman kelimesinin sonundaki nûn (n) harfi misin?

Şair evvelâ “Aynısın lâmın otuz…” derken lâm harfinin ebcet hesabından 30 rakamıyla aynı (eşit) olduğunu ima ediyor. Saniyen, “nûn-ayn-lâm” harflerini anarak bir “na’l” kelimesi yazıyor ki “dağlama yarası” demek olup yolunu oruç hasretiyle gözlediği sevgili yüzünden bağrının yâre yâre ve pâre pâre olduğuna inanmamızı istiyor. Sâlisen, felekteki nûn, bayram hilali demek olduğundan, bayram edesi, bir de vuslat istiyor. Hayalin de bu kadarına, şapka çıkartılır doğrusu: “el-Hayâ ve’l-edep!..”

Aşkî, mütekerrir bir murabbaında ramazanın son günlerini, hiç abartmadan, 16. asırda yaşandığı şekilde çok samimi duygularla anlatır. İşte bir bent:

On bir aylık râhdan gelmiştin ey mâh-ı sâik
Eylemişti pertevin halkın günâhın nâ-bedîd
İsmetinle ağzına İblis’in urmuştun kilid
Elvedâ ey mâh-ı rûze merhabâ ey rûz-ı ıyd
Aşkî

Ey kutlu ay! On bir aylık yoldan gelmiştin. Nurun, halkın günahlarını silip süpürmüştü. Safiyetinle ve masumiyetinle şeytanın ağzına kilit vurmuştun. (Şimdi gidiyorsun artık) Elveda ey oruç ayı, merhaba (hoş geldin) ey bayram günü!..

Söz bayramdan açılmışken şunu da hatırlatalım: Eskiden meyhaneler ramazan ayında hepten kapatılır, (çok şükür, şimdi de bazı meyhaneler ramazana hürmeten kapanmaktadır!) bayram gelir gelmez de açılırmış. Hatta meyhaneciler, bayramın ilk müşterisine hediye olmak üzere ipek şal hazırlarlarmış (Herhalde, bu diba şalı kapmak için pek çok sarhoş, bayram namazından sonra meyhane kapısına koşmuşlardır). Ahmet Paşa, her ne kadar sarhoş takımından değilse de meyhanelerin ramazanda, resmen kapalı tutulduğunu şöyle ifade ediyor:

Çektim firâkın savmını, erdim cemâlin iydine
Aç leblerin meyhânesin ney gibi nâlân et beni
(Ey sevgili!) Ayrılığın orucunu tuttum da (sonunda) “güzelliğinin” bayramına eriştim.
Artık dudaklarının meyhanesini aç da beni ney gibi nalân eyle.

Tarihimizde, ramazan fıkraları ve ramazana dair muziplikler de ünlüdür. Şu beyitler, o türden:

Olmayam şâhid ü meysiz bir an
Niyyetim çok hele çıksın ramazân
Şâmî
Güzel ve içkisiz olamıyorum. Niyetim çok! Hele ramazan bir çıksın!
Bu zıpıra “Niyetli misin?” diye sorsalardı, herhalde “Niyetim bozuk” cevabını verirdi. 

Gündüz çıkarır zevkini rindân ramazansın
İftâr safâsın dahi ehl-i şikem eyler
Neş’et
Rintler, ramazan zevkini gündüz çıkarırlardı. Yoksa, iftar safası obur yobazlarındır.
Rintlerin zevk çıkarmasının, orucu yemek olduğuna dikkat buyrula! Hani Bektaşî’ye sormuşlar:

— Erenler orucu sever misin?

— Elbette severim, çünkü yenilir.

Velhâsıl, şöyle bakıldığında görülüyor ki bizim eskiler içinde ramazanı ihya eden de varmış, mevta eden de. Şimdiki gibi yani!.. Ama eskiden ihya edenlerin nüfusa oranı, herhalde daha çok idi.

Read in English
(The English translation was done with the help of AI)

İslam inancında ramazan ayı mağfiret, lütuf ve ihsan ile birlikte anılır. Hepimiz inanırız ki bu ayda açılan eller boş çevrilemeyecek, gönüller mutluluk, yüzler tebessümle dolacaktır. İftarın sevinç ve huzuru yanında sahurun bereketinin de inananı şâd u hurrem eylediğini, her oruç tutan mümin bilir. Oruç Allah içindir ve ecrini de bizzat Allah verecektir. Bunun içindir ki bu ayda müminler handan; münafıklar giryan, şeytan sûzan u perişandır. Cennet kapıları açık, cehennem kapıları kapalı ve mümin melekiyet makamındadır. Nasıl ki insan yaratılmışların en şereflisi ise, ramazan da ayların en faziletlisidir. O, on bir ayın sultanı, “Hoş geldin ya ramazan!” ile karşılanıp “Elveda ey mâh-ı gufrân” ile uğurlanan kutlu aydır. Müminlerin sevinci, muradı ve bayramıdır. Onun içindir ki halk, daha ramazan gelmeden hazırlıklarına başlar, bu ayın özel bir hassasiyet içinde yaşanmasına itina gösterir olmuştur.

Peki ya eskiler, eski ramazanlar? Mütecânis, bir İslam toplumunda yaşanan eski ramazanlar için eski kitaplarda yazılanların, yeterli olduğunu sanmıyorum. Yakın geçmişin ramazanlarıyla ilgili okuduklarımdan ziyade, uzak geçmişin yozlaştırılmamış ramazanlarından birinde İstanbul’da yaşamak kim bilir ne saadet idi? Çünkü bunları şairlerden dinleyince, insanın hayal perdesi bir an yırtılacak gibi oluyor. Kalın kalın divanlar arasında oruçtan, ramazandan, bayramdan dem vuran beyitlerin çokluğu bile eski ramazanların bir zaman mihveri olarak her geçen ve gelecek yıla damgasını vurduğunu göstermeye yeter. Elbette, şair bu hayatın içindedir ve oruçtan, iftardan, ramazandan, bayramdan etkilenecektir. Söz gelimi, bir tanesi şöyle yakınıyor:

Günümüz gün gibi türlü zevâl ile geçer
Kadrimiz bilmediler nite ki mâh-ı ramazân
Yahya Bey
Gün(düz)ümüz güneş gibi türlü zeval vakitleriyle (yani aşkta hüsranlar) ile geçiyor.
Tıpkı ramazan ayı gibi, bizim de kadrimizi bilmediler, (elden ne gelir!).

Doğrusu, müthiş bir beyit! Değeri bilinmediğinden şikâyet ederken övünmenin nazikçesi! Şair âdeta kendini yeriyormuş gibi görünüp övünüyor (te’kîdü’l-medh bimâ yüşbihu’z-zemm). Mümin, ramazanda ne denli ibadet etse, yine de onun kıymetini bilememiş demektir. Çünkü bu ayın faziletleri, bitesi değil. Nitekim bilge insanlar da bunun farkında olarak durmadan ramazanın kadrini, kıymetini bilemediklerinden yakınırlar. Hele bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi!.. Şair “Kadrimiz bilmediler…” derken bize göre pek muhteşem ve sanatlı bir ifadeyle Kadir gecesinin hangi gece olduğunun bilinmediğine de işaret ederek, tevriye yapıyor.

Hemen her oruç tutulan evde, gözle görülür bir ramazan bereketi vardır. Allah’ın lütfu ve hikmeti iledir ki ramazan bir bolluk ayıdır. İşte şair dilinden, iki kişi arasında bir konuşma:

Dedim artırdı gamın hânını hicrin gecesi
Dedi nimet çoğ olur çünki şeb-i rûze gele
Ahmet Paşa
— (Ey sevgili!) ayrılığın gecesi, gam sofrasını artırdı. Bu geliş ne hâl?
el-cevap: Niye şaşırıyorsun? Oruç geceleri gelince nimet elbette çok olur.

Eski şairler için ramazan deyince hemen ilk akla gelen şey; hasrettir, firaktır, hicrandır, ayrılıktır. Zira oruçlunun iftarı beklemesi ile âşığın (şairin) sevgiliyi beklemesi arasında pek bir fark yoktur. Hele bu bekleyişin sonunda bayram (vuslat) var ise!.. Bakınız Fatih ne diyor:

Zülfün şeb-i kadr oldu kaşın ıyd hilâli
Vaslın demi ıyd oldu firâkın ramazândır
Avnî
Zülfün (karanlıkta) Kadir gecesi oldu. Kaşın ise (o gece ortasında) bir bayram hilali (gibi görünmekte).
Vuslatın bayram vakti, ayrılığın ise ramazandır.

Şimdi de Hayâlî’nin hayalini görelim:

Aynısın lâmın otuz gün olduğuna müzenin
Ya felek levhinde nûn-ı dâmen-i Rahmân mısın
Allah, orucun otuz gün olduğuna (delil olarak) seni “ayn-lâm” olarak mı yarattı; yoksa felek sathında Rahman kelimesinin sonundaki nûn (n) harfi misin?

Şair evvelâ “Aynısın lâmın otuz…” derken lâm harfinin ebcet hesabından 30 rakamıyla aynı (eşit) olduğunu ima ediyor. Saniyen, “nûn-ayn-lâm” harflerini anarak bir “na’l” kelimesi yazıyor ki “dağlama yarası” demek olup yolunu oruç hasretiyle gözlediği sevgili yüzünden bağrının yâre yâre ve pâre pâre olduğuna inanmamızı istiyor. Sâlisen, felekteki nûn, bayram hilali demek olduğundan, bayram edesi, bir de vuslat istiyor. Hayalin de bu kadarına, şapka çıkartılır doğrusu: “el-Hayâ ve’l-edep!..”

Aşkî, mütekerrir bir murabbaında ramazanın son günlerini, hiç abartmadan, 16. asırda yaşandığı şekilde çok samimi duygularla anlatır. İşte bir bent:

On bir aylık râhdan gelmiştin ey mâh-ı sâik
Eylemişti pertevin halkın günâhın nâ-bedîd
İsmetinle ağzına İblis’in urmuştun kilid
Elvedâ ey mâh-ı rûze merhabâ ey rûz-ı ıyd
Aşkî

Ey kutlu ay! On bir aylık yoldan gelmiştin. Nurun, halkın günahlarını silip süpürmüştü. Safiyetinle ve masumiyetinle şeytanın ağzına kilit vurmuştun. (Şimdi gidiyorsun artık) Elveda ey oruç ayı, merhaba (hoş geldin) ey bayram günü!..

Söz bayramdan açılmışken şunu da hatırlatalım: Eskiden meyhaneler ramazan ayında hepten kapatılır, (çok şükür, şimdi de bazı meyhaneler ramazana hürmeten kapanmaktadır!) bayram gelir gelmez de açılırmış. Hatta meyhaneciler, bayramın ilk müşterisine hediye olmak üzere ipek şal hazırlarlarmış (Herhalde, bu diba şalı kapmak için pek çok sarhoş, bayram namazından sonra meyhane kapısına koşmuşlardır). Ahmet Paşa, her ne kadar sarhoş takımından değilse de meyhanelerin ramazanda, resmen kapalı tutulduğunu şöyle ifade ediyor:

Çektim firâkın savmını, erdim cemâlin iyine
Aç leblerin meyhânesin ney gibi nâlân et beni
(Ey sevgili!) Ayrılığın orucunu tuttum da (sonunda) “güzelliğinin” bayramına eriştim.
Artık dudaklarının meyhanesini aç da beni ney gibi nalân eyle.

Tarihimizde, ramazan fıkraları ve ramazana dair muziplikler de ünlüdür. Şu beyitler, o türden:

Olmayam şâhid ü meysiz bir an
Niyyetim çok hele çıksın ramazân
Şâmî
Güzel ve içkisiz olamıyorum. Niyetim çok! Hele ramazan bir çıksın!
Bu zıpıra “Niyetli misin?” diye sorsalardı, herhalde “Niyetim bozuk” cevabını verirdi. 

Gündüz çıkarır zevkini rindân ramazansın
İftâr safâsın dahi ehl-i şikem eyler
Neş’et
Rintler, ramazan zevkini gündüz çıkarırlardı. Yoksa, iftar safası obur yobazlarındır.
Rintlerin zevk çıkarmasının, orucu yemek olduğuna dikkat buyrula! Hani Bektaşî’ye sormuşlar:

— Erenler orucu sever misin?

— Elbette severim, çünkü yenilir.

Velhâsıl, şöyle bakıldığında görülüyor ki bizim eskiler içinde ramazanı ihya eden de varmış, mevta eden de. Şimdiki gibi yani!.. Ama eskiden ihya edenlerin nüfusa oranı, herhalde daha çok idi.

ORUÇ TUHAFLIKLARI

Oruç ile mizah, nedense, pek eskiden beri ikiz kardeş gibi olmuşlardır. Aslında bunun dinî ve psikolojik yönü başlı başına bir araştırma konusudur. Oruçlu için mizaha hangi ölçülerde cevaz verilebilir? Mizahın sınırı ne olmalıdır? Neden oruçluya mizah daha hoş gelir? Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Ancak Osmanlı’dan itibaren özellikle yozlaştırılmış Yeniçeri-Bektaşî geleneği, orucu âdeta hafife alır gibidir. Hepimiz “Erenler!..” diye başlayan ve ramazan ile alakalı birkaç Bektaşî fıkrası biliriz; yahut duymuşuzdur.

Bütün bunları şimdilik konu dışı bırakarak, biz tuhaf oruç hikâyeleri ile edebiyatçıları yan yana getirmek istiyoruz. Ama önce bir hatıramı sizlerle paylaşmak niyetindeyim.

Anadolu’da hâlâ uygulanır mı bilmem. Ben çocukluğumun ramazanlarında oruç zengini olurdum. Nasıl mı? Anlatayım:

Ben henüz 8-10 yaşlarımdayken her gece sahura kalkar, oruç tutan büyüklerim gibi oruca niyet ederdim. Ertesi gün öğleye doğru acıkır, kilerin çevresinde kısa bağlanmış buzağılar gibi dolanır, yiyeceklere bakarak sararıp solardım. İşte o sırada annem veya babam, halime acıyıp imdada yetişir ve bana şöyle bir teklifte bulunurlardı:

— A yavrum! Haydi orucunu bana sat.

Ben sanki hiç acıkmamış gibi pazarlığa girişir, bazan beş kuruşa (o zamanlar büyük paraydı), bazan iki bisküvi arası bir lokuma, bazan bir gizlevet ayakkabıya, bazan ağabeyimin eski pantolonundan dikilecek bir yeni pantolona orucumu satardım. Hatırlıyorum, bu vesile ile hem bayramlıklarımı hem de bayram harçlığımı, orucumun teriyle bizzat kendim kazanırdım. Ne hoş günlerdi onlar!..

Sanıyorum, hemen herkesin bu tür bir oruç pazarlığı başından geçmiştir. Zira müslüman Türkler, çocuklarını namaz kılmaya, oruç tutmaya alıştırmak için böyle cazip yollar bulmuştur. Henüz mükellefiyet çağına girmemiş bir çocuğun masumane tuttuğu orucu, bir hediye karşılığında satın almak ve bu yolla onu teşvik etmek, bir sağlık tedbiri olmakla birlikte, ne büyük bir pedagoji dersidir.

Şair Sâbit’in bir beyti vardır. O da oldukça tuhaftır:

Za’f ile hilâl eylemiş ol mâh-ı cihanı
Vaslına ermiş iken yiye yazdım ramazânı
Ramazan (vakit gelip çatınca), cihanın dolunayını zayıflatıp (iki büklüm) hilale döndürmüş.
Buna öfkemden, varıp o ramazanı (kıtır kıtır) yiyeyazdım.

Doğrusu, oruç yemenin hile-i şer’iyesini bulan böyle sivri zekâ bir şairi kutlamak lazım. Beyit değil, sanki Bektaşî fıkrası.

Nesîmî’nin bir beyti şöyledir:

Gel gel berû ki savm u salâtın kazâsı var
Sensiz geçen zamân-ı hayâtın kazâsı yok
(Ey sevgili!) Gel, gel beriki oruç ve namazın kazası vardır. Ama sensiz geçen ömrün kazası olmaz.
Nesîmî ilahî aşk yolunda derisini yüzdürtmeseydi, herhalde bu söylediğini suç sayabilirdik. Varsın, aşkında mübarek olsun!

Bir de fıkra:

Tarihte, ünlü Keçecizâdeler fıtraten nüktedan bir sülâledir. İzzet Molla merhum, nüktedan olmakla birlikte, biraz da (biraz dediğime bakmayın gayette) şişman bir kişi imiş. Bir akşam, iftara davetli olarak bir dostun konağına gitmiş. O zamanlar âdet, akşam namazı kılındıktan sonra sofraya oturmaktır. Neyse iftar topu atılmış. Oruçlar zemzem, vb. ile açılıp namaza durulmuş. O sırada yeni gelen bir misafir, soluk soluğa kapıdan girip içerdekilerin namaza başladıklarını görünce, çorapları çıkarıp kolları sıvamış. Hemen ibrik leğen gelmiş; abdest alacak. Öte yandan, akşam namazı kısa. Kaidelerde zamm-ı sûre de az okunuyor. İmam da biraz aceleci; hem hızlı okuyor hem de rükû ve secdeleri kısa tutuyor. Molla merhum, imama ayak uydurmakta zorlanıyor. Bu arada abdest alacak zat, ibrikdara seslenir:

— Evladım biraz acele et. Abdestimizi alıp imama yetişelim.

Olanları namazda yan gözle izleyen Molla, bu söz üzerine dayanamayıp namazın içinden adamın duyacağı şekilde mırıldanmış:

— Efendi hiç acele etme! Biz bu imama namazın içindeyken yetişemiyoruz, sen dışardan nasıl yetişeceksin!

İskender Pala

1958 yılında Uşak’ta doğan İskender Pala, 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Divan edebiyatı alanında 1983’te doktor, 1993’te doçent, 1998’de ise profesör unvanını aldı. Divan edebiyatının halk tarafından yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları kaleme aldı. Seminerleri ve konferansları geniş kitlelerce ilgiyle takip edilen Pala, “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak anıldı.

Edebiyat alanındaki önemli çalışmalarıyla birçok ödüle layık görüldü. Bunlar arasında: Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülü (1989), AKDTYK Türk Dil Kurumu Ödülü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü (1996) yer almaktadır. Ayrıca, memleketi Uşak halkı tarafından 2001 yılında “Halk Kahramanı” seçilmiştir. Edebiyat dünyasına kazandırdığı Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Katre-i Matem, Şah & Sultan, OD, Efsane, Mihmandar, Karun ve Anarşist, Abum Rabum, İtiraf, Akşam Yıldızı, Kervan, A-71, Surnâme, Aşk Hikâyesi ve Azdahak gibi romanları büyük ilgi görmüş, baskıları yüz binlerce okuyucuya ulaşmış ve birçok dile çevrilmiştir.

Türk Patent Enstitüsü tarafından adı marka olarak tescillenmiş, ayrıca 2013 yılında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’ne layık görülmüştür. 2023 yılında ise Türk Dünyası Türksoy Onur Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Ömrünün en özel çalışması olarak Bülbülün Kırk Şarkısı adlı eserini gören İskender Pala, evli ve üç çocuk babasıdır. İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyeliğinin yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu üyesi olarak da görev yapmaktadır.

İskender Pala

1958 yılında Uşak’ta doğan İskender Pala, 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Divan edebiyatı alanında 1983’te doktor, 1993’te doçent, 1998’de ise profesör unvanını aldı. Divan edebiyatının halk tarafından yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları kaleme aldı. Seminerleri ve konferansları geniş kitlelerce ilgiyle takip edilen Pala, “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak anıldı.

Edebiyat alanındaki önemli çalışmalarıyla birçok ödüle layık görüldü. Bunlar arasında: Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülü (1989), AKDTYK Türk Dil Kurumu Ödülü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü (1996) yer almaktadır. Ayrıca, memleketi Uşak halkı tarafından 2001 yılında “Halk Kahramanı” seçilmiştir. Edebiyat dünyasına kazandırdığı Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk, Katre-i Matem, Şah & Sultan, OD, Efsane, Mihmandar, Karun ve Anarşist, Abum Rabum, İtiraf, Akşam Yıldızı, Kervan, A-71, Surnâme, Aşk Hikâyesi ve Azdahak gibi romanları büyük ilgi görmüş, baskıları yüz binlerce okuyucuya ulaşmış ve birçok dile çevrilmiştir.

Türk Patent Enstitüsü tarafından adı marka olarak tescillenmiş, ayrıca 2013 yılında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’ne layık görülmüştür. 2023 yılında ise Türk Dünyası Türksoy Onur Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Ömrünün en özel çalışması olarak Bülbülün Kırk Şarkısı adlı eserini gören İskender Pala, evli ve üç çocuk babasıdır. İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyeliğinin yanı sıra, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu üyesi olarak da görev yapmaktadır.