Sahi, Bunu Nasıl Başardık?
Necdet Subaşı
16 Ağu, 2024
Sahi, Bunu Nasıl Başardık?
Necdet Subaşı
16 Ağu, 2024

İSAM, içeriden

İstanbul’da hakkında resmî ya da gayriresmî dolaşıma girmiş hiçbir malumata ihtiyaç duymadan varlığını hissettiğimiz bir gerçeklik, bir mekân, bir çatı var. Adı: İSAM.

Kurulduğu günden beri dikkatimi çeken bir yer. Daha akademinin rüyasına bile kapılmadan, fakültede hocaların neredeyse tamamını saran bir heyecanın şahidi olmuştum. İslâm Ansiklopedisi’nin ilk prova baskısı, antetli beyaz karton dosyalar içinde hocalara ulaştırılıyor ve onlardan sıfırdan başlanacak bu büyük projeye dahil olmaları isteniyordu. Öyle ki artık fakültede kimin odasına girsek, orada “ansiklopedi” konuşuluyordu. Benim gibiler için bu muhabbete dahil olmak, elbette zordu; henüz Millî Eğitim’in yıllar önce çevirtip bastırdığı İslâm Ansiklopedisi’nin o kalın sayfalarını bile oturup karıştırmamıştım.

Sahi, hocalar nasıl da heyecanlıydı! Belli ki her biri için sıra dışı bir itibar vaat eden bir hazırlık söz konusuydu. Sonraları, bu olup bitenleri düşünüp aslında “Bismillah” denilenin ne olduğunu idrak etmeye başladığımda, oldukça hayırlı bir işe tanıklık ettiğimin de farkına varacaktım.

Hocalarımız sadece ülke çapında değil, dünya genelinde etkili olabilecek bir projeye dahil olarak, ellerindeki diğer işleri bir kenara bırakıyor ve kendilerini madde yazma fikri etrafında âdeta yeniden kuruyorlardı.

İlerleyen günlerde kime uğrasam, onu ansiklopedinin bir maddesine hazırlık yaparken buluyordum. Artık kimsenin kimseyle muhabbete vakti yoktu; herkes, belki de birbirinden çaldığı vakitlerde, kitaplar arasına gömülmüş bir şekilde bilgi üretiyordu. Bu inanılmaz güzel ve hoş bir yoğunluktu.

Anlaşılan o ki, ortaya saçılmış bilgiler derlenecek, dipte köşede kalmış değerler gün yüzüne çıkarılacak, üretilen veriler ıslah edilecek, geleneğin birikimi bugüne taşınacak ve nihayetinde olup bitenler karşısındaki kayıtsızlığımıza güçlü bir set çekilecekti. Elbette her çaba bir niyete, onu açığa çıkaracak bir motivasyona, süreci devam ettirecek bir gayrete ve en çok da hayra muhtaçtı. Bizim fakültedekilere de bir aşk gelmişti; hocalar, kendilerini uzun bir aradan sonra yeniden bir işe koyulmuş olmanın sevincine kaptırmış, sıkı bir şekilde disipline olmanın hazzını yakalamaya başlamışlardı. Yeni duruma adapte olmanın gereklilikleri onları ciddi konular etrafında birbirleriyle müzakereye, taşra burukluğunun yarattığı o garip içe çekilmeye bir son vermeye zorlamıştı.

Aslında ansiklopedi çıkarma fikri, belki de derin komplekslerimizi aşmanın yollarından biriydi. Birkaç yüzyıldan beri ilgiyi başkaları üretiyor, bize de onların inşa ettiklerine tâbi olmak düşüyordu. Bilgiyi zapt etmek, onu kullanışlı bir şekilde tedavülde tutmak, geniş ve çeşitlenmiş polemikler dünyasında sahih olana yaklaşmak önemliydi. Ancak, bu fikriyattan bir yere ulaşmak uzun zamandır herkes için zor ve meşakkatli görünüyordu. İrade, bütçe, aşk, şevk, kararlılık… Öyle her yerde bulunacak şeyler değildi. Üzerimizdeki tahribatın haddi hesabı yoktu; hikâyemiz yılgınlıkla at başı gidiyordu. Sanki adım atmaya mecalimiz kalmamıştı.

Belli ki, ancak memleket bir ansiklopedi rüzgârı yakaladığında, ilahiyatçılarımız, münevverlerimiz ve düşünce adamlarımız bu ataleti aşacak bir hedefte buluşmanın zevkini idrak edeceklerdi.

İslâm Ansiklopedisi, hazırlık safhaları uzun zaman alsa da tamamlanacağına olan inançla ilk fasikülünü okuyucusuna ulaştırmakta pek de fazla gecikmedi. İvrindi’de öğretmendim. Bir yandan Türkçe’de yeni yayımlanmaya başlayan AnaBritannica’yı takip ediyor, bir yandan da İslâm Ansiklopedisi’nin çıkışını dört gözle bekliyordum. Cemil Meriç’in ansiklopediler ve ansiklopedistler hakkındaki eleştirel düşünceleri aklımdaydı. Cemil Meriç’i Cemil Meriç yapan ansiklopedik külliyat hakkında yeri geldiğinde bazen nasıl da sert sözler edebildiğini okumuş, hayretler içinde kalmıştım. Radikal eleştirilerinin künhüne varabilmek için daha çok okumam gerekiyordu.

Babamın kütüphanesinden hatırladığım Millî Eğitim’in meşhur kara ciltli İslam Ansiklopedisi ise gözümün önünden gitmiyordu. “Biz de başarabilecek miyiz?” diye sorardım kendi kendime. MEB’in ansiklopedisi, açıkça şaibeli sayılabilecek dedikodulara rağmen, ilim dünyasında başka bir örneği ortaya çıkmadıkça, etkisini sürdürmeye devam edecek gibi görünüyordu. Kurucu kavramlarımızı bir an önce kayıt altına almamız gerekirken, dinî ve entelektüel müktesebatımızı oryantalist paradigmaya teslim etmek tek kelimeyle faciaydı. Elimizi çabuk tutmazsak kendi bilgi dünyamızın kadim sınırları delik deşik olacaktı. Bu ansiklopedi vesilesiyle madde yazarları, İslam hakkındaki birikimi toparlamayı ısrarla başarmış ve bu sayede de apaçık bir güç kazanmışlardı. Gerçi bizimkiler, bu yayımlanan kimi maddelere şerh düşmüş, bazılarını yeniden yazmışlardı ama yine de o tereddüt yaratan kimliğiyle orada, o şüpheyle karşılanmaya devam edecekti.

Henüz sağlam bir temele oturtamadığımız düşüncelerimiz ve dağınık bilgilerimizle, belki de kim bilir yalan yanlış çıkarımlarımızla, gençlik heveslerimizi yorduğumuz bir süreçte oryantalizm, kolonyalizm ve sömürgeciliği anlamaya çalışıyorduk. Bizim memlekette cüzü tamamlayıp Kur’an’a geçenlere “Maşallah, Kur’an’ı sökmeyi başardı” derlerdi. Bizimkisi de aynı hesaptı; dünya nasıl bir şeydir diye anlamadan derin sularda kulaç atmaya çalışıyorduk. Onlarca “kesin ve mutlak” vurgusuyla kendimizi âdeta yormuş, bir Allah’ın kulu da kalkıp bize iyi, doğru ve güzel olanın ne olduğunu, önümüze düşüp gösterme ve anlatma ihtiyacı duymamıştı.

Elimde artık fasikül fasikül akan sayfalar vardı. Ama işin zorluğunu ve faziletini anlamak için sanırım bir üniversiteye intisap etmem ya da belki de bir akademisyen titizliğiyle herhangi bir araştırmanın ucundan tutmayı öğrenmem gerekiyordu.

İSAM

İSAM’ı bir çatı kuruluş olarak görmek daha doğruydu. Bu bileşenler arasında İslâm Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü ve İslam Araştırmaları Merkezi yer alıyordu. 1993 itibariyle iki ayrı merkez tek bir çatı altında toplanmış ve zamanla İSAM, bu faaliyetlerin en üst ismi olarak öne çıkmıştı.

Doktoraya yeni başlamıştım. Çalışmam için Konya’da yeterli kaynak bulmakta zorluk çekiyordum. Belki istesem, aradığım her şeye zorlukları göze alarak ulaşabilirdim. Ancak, o günlerin Konya’sında araştırmacısını yönlendirme kabiliyeti olan bir kütüphaneden söz etmek zordu. Kütüphane dediğin daha içeri girer girmez seni oradan oraya savuracak, zihninde şimşekler çaktıracak, her gördüğün eser sende başka bir iz bırakacaktı. Sonra sen de bu etkileşimleri bir araya getirip, tefekkür ve tezekkürle istikametini belirleyecektin. Hep hayıflanırdım; iyi bir kütüphane ve besleyici bir muhit nasip olsaydı, kim bilir ne güzel şeyler olurdu. Ama işte bizden bu kadardı.

Nihayet, kulaktan kulağa yayılan ve aradığımız pek çok kaynağa kolayca ulaşabileceğimiz bir mekândan söz edilmeye başlandı: Adı İSAM’dı. Başlangıçta ansiklopedinin yazımı için gerekli külliyat, literatür, matbuat ve koleksiyonları bir araya getirmek üzere oluşturulan bu kütüphane, zamanla sadece kurum çalışanları için değil, genel ilgililer için de hizmet vermeye başlamıştı.

Ben 90’ların başında Kısıklı’da kurulan İSAM’ı pek hatırlamıyorum. Yanılmıyorsam, İSAM’la irtibatım 97’de kütüphanenin şu anki yerinde hizmetlerinin herkese açık hale gelmesiyle başlamıştı. Devasa kütüphanesinden yararlanmak üzere İSAM’a gidip gelmeye başladığımda artık orada içkin olan hazineyi de fark etmiştim. O zamanlar Van’daydım; İstanbul öyle ha deyince gidilecek bir yer değildi. Yollar güvenli olmadığı gibi uçak da herkesin harcı değildi. Yaşanılan süreç, bütün yolculukları riskli hale getirmişti.

Ancak bir toplantı vesilesiyle ayağımız düşerse, işte o zaman ucundan köşesinden iznimizi uzatarak bu güzel mekânda soluklanabilir, katlar ve raflar arasında dolaşabilir, aylardır ulaşamadığımız kitaplara ancak burada ulaşabilirdik. Hiçbir gerekçemiz olmasa bile orada onlarca çalışan arasında ilme hürmeti, bilgiye erişme talebini, dupduru bir arayış için gerekli heyecanı bizatihi burada terennüm edebilirdik. Az bir şey miydi bu? Hayır, değildi.

Nedendir bilmem, İSAM’ı başkaları kadar derin bir ilgi ve amaçla sık sık ziyaret edememiş olsam da üzerimde hep tutku ve özlemle açıklanabilecek bir his bırakmıştır. Nasıl tutkuyla hatırlanmasın, nasıl özlenmesin ki? Her geçen gün kendini yenileyen kütüphanesiyle, sahip olduğu imkânları sürekli arttıran ve çeşitlendiren, daha fazla araştırmacıyı kendine çeken bu mekânda her şeyden önce hepimizi kuşatan yoğun bir enerji vardı. Abartısız söylemek gerekirse, buradaki iklim son derece besleyicidir; etrafındaki insanların kitaplar arasında dolaştığını gördüğünde insanın kendine bir aşk ve şevk geliyor. İSAM’ın ziyaretçileri, ezberden konuşulmasına izin vermeyecek kadar çeşitli dünyalardan geliyordu. Her yerden ve her milletten “öğrenci” burada kendi hikâyelerini olgunlaştıracak derin okumalar arasında hem müstesna tecrübeler kazanıyor hem de birbirine yakınlaşan anılar biriktiriyordu.

Benimki de öyle oldu. Tuzla’da acemilikle boğuşan bir asker olarak, kimi hafta sonları İSAM’a uğrar, muhtemelen oldukça sert olduğunu tahmin ettiğim kurum müdürünün dikkatini savuşturarak araştırmacıları ofislerinde ziyaret ederdim. Onların görüşme için saat tuttukları hep aklımdadır. Oysa biz arazide bunalmışız, kelimelerimizi komutanlara rehin vermişiz, düşünmek nedir neredeyse unutmuşuz. Ama ne var ki, İstanbul’da da o zamanlar gidebileceğimiz tek bir yer var, o da İSAM.

90’ların sonunda, şimdi akademik kamuoyunda çalışanların epeyce bir bölümü, İSAM bursiyeri olarak gittikleri Batılı ülkelerden dönmüş ve bir tür zorunlu hizmet kıvamında görevlerini ifa etmek için burada çalışıyorlardı. Ansiklopedinin yükünü hemen her aşamada taşımış arkadaşların pek çoğu, sanıyorum artık çevredeki üniversitelere dağılmış durumdadır. O zamanlar, İSAM’daki ofislerinde neredeyse bütün mesailerini İslâm Ansiklopedisi’ne tahsis ederek çalışıyorlardı. Onların yoğunlaştıkları konular etrafındaki etütlerin kişisel birikimlerine katkısını tahmin etmek elbette kolay değildi.

Belki de bu sebepten, belki de başka bir sebepten onların bu ortamına hayran olurdum. Düşünsenize, ekmeğinizi okumaktan ve yazmaktan kazanıyorsunuz; hem işiniz gücünüz tedrisat. Ne güzel bir şey! Değişik ihtisas alanlarından insanların bir araya geldiğinde neler konuşabileceklerini tasavvur etmek herhalde geliştirici olmalı. Benim de dahil olduğum akademik ve entelektüel muhitler vardı ama burada oluşan yekpareliği korumak için tek tek her birimizin ne kadar büyük zorluklarla cebelleştiğimizi anlatmak istemem. Yorar, üzer ve kahrettirir. Oysa gördüm onları birkaç kez, nasıl da güzel konular etrafında insanı hayran bırakan sohbetler yapıyorlardı. Odalarında ziyaret ettiğimiz arkadaşların biraz kendilerinden, biraz da yoğunlaştıkları alanların birikiminden kaynaklanan dilleri ve ustalıkla kurdukları söylemlerden müthiş etkilenmiştim.

Van’da çalışıyor, Tuzla’da acemi birliğinde askeri eğitim görüyordum. Tuzla istasyonundan İstanbul’a tıkış tıkış bir banliyö treniyle yolculuğa çıktığımda, hep İSAM’da o gün bizleri nelerin bekleyeceğine dair birbirini tetikleyen duygu kestirimleriyle yoldaş oluyordum.

Yazar Vahdettin İnce’yle

Sonra kütüphane daha geniş bir dünyaya açıldı. Aradığım, kendisine ulaşmaya çalıştığım pek çok kişiye ancak orada erişir oldum. Çalışan, okuyan, inceleme için bir mekân tutan kim varsa, gününün epeyce bir bölümünü burada geçirmeyi bir teamül haline getirmişti. Saygıdeğer hocaların zaten orada kendilerine tahsis edilmiş odaları vardı ama mesela, inceleme ve araştırma için yoğunlaşma arzusunda olanlar da nihayetinde İSAM’da ikamet etmeye başlamıştı. Hatta şimdilerde İSAM’la özdeşleşen öğrencilerimi görünce, “Acaba” diyordum, “onlar çadırlarını buraya mı kurdular?” Sahiden insanlar neredeyse bütün mesailerini olabilecek en rasyonel haliyle orada geçiriyorlardı. Taramalar, okumalar, tetkikler, yazmalar ve bir de muhabbetler… Okuduğum pek çok çalışmada İSAM çalışanlarına hatırı sayılır bir teşekkür cümlesi bulmak artık neredeyse sıradan bir şeydi. İnsan sadece şu teşekkür paragraflarını toplasa, ortaya kim bilir ne güzel bir şey çıkardı. Gerçekten de İSAM nereden, nasıl tedarik ediyor bu muamele bilincini bilmiyorum ama tecrübeyle sabit, ziyaretçilerine başka hiçbir yerde rastlanmayacak ölçüde sıcak, temiz ve zarif bir ortam sunuyordu.

Aradığımızı bulmak önemliydi. Kütüphanede, özellikle sosyal bilim çalışanları için yok yoktu. Kitaplar, dergiler, koleksiyonlar, hepsi hazır ve nâzırdı. Üstelik sürekli yenilenme, sürekli güncelleme çabası, orada aradığımızı mutlak bulacağımız konusunda güven verici bir hakimiyet sağlıyordu. Kurucu irade, bu özel konsepti nasıl keşfetmiş, nereden devralmış ya da hangi ortak akılların ürünüydü bilinmez ama benim gibi olayı olabildiğince dışarıdan takip edenler için orada bir üst aklın devrede olduğunu kabul etmekten başka bir çare yoktu.

Gerçekten de her şey yerli yerindeydi. İhmal edilmiş bir şey varsa o da keyfe kederdi. Üstüne üstlük bütün bunlara, gün boyu ücretsiz ikram edilen kaliteli çayı da eklemek lazım. Buna bir de oldukça ucuz ama kaliteli olarak sunulan öğlen yemeğini ihmal etmemek şartıyla. Daralıp bunaldığınızda kendinizi atacağınız o güzel bahçeyi de bu listeye eklemek gerekir. Ben bütün bunlara bir şeyi daha eklemek isterim; o da ancak burada rastlayabileceğiniz arkadaşların, tanınmış şahsiyetlerin yarattığı aidiyetin oluşturduğu bir İSAM ruhu. Birbirine âşina olmuş arkadaşlıklar burada kol gezmektedir. Daha ne olsun? Hem kime nasip bu rikkat, bu dikkat?

Bahçeden

İSAM’a defalarca gidip geldim. Yolumu oraya düşürmek için sayısız fırsat kolladım. Özellikle Muğla’da çalışırken, araştırmalarımın en önemli kaynak ve diğer materyallerine ancak burada ulaşabildim. Sonradan internetin gündelik hayatta artan gücüyle aradığımız pek çok şeye bulunduğumuz yerden bir tık ötesine erişerek ulaşsak da kitaba dokunmak başkadır. Daha ötesi bize lazım gelen oradaki muhabbetti, tutunduğumuz rutinlerdi, korunan alışkanlıklar, kendimizi kaptırdığımız yoğunluklarla oluşan yaşama deseniydi. İnsan, uzaklardaki evinden ya da çalıştığı odasından İSAM’a bağlandığında, ihtiyacı olan şeyleri tedarik etmekte zorlanmaz ne var ki yokluğunu hissettiği ne varsa onu da ancak İSAM’da, onun sessiz ama konuşkan salonlarında, nefes almaya indiği bahçesinde, çay ocaklarında, sırtını yaslayarak dinlendiği banklarında bulabileceğini de asla unutmaz.

Çay ocağından. Hep hatırlanan dostlarımız.

İSAM’a daha yakın olma çabam, ben Ankara’ya geldikten sonra iyice hızlandı. Özellikle Diyanet’te görevliyken, kurumun çalışmalarından, işleyişinden, ufkundan ve belli başlı hayallerinden daha fazla haberdar oldum. Bu süreçle birlikte, pek çok “aile içi” toplantıya da katılma şansına sahip olan birkaç kişiden biri olmak bahtiyarlıktı. Kurumun ortaya koymaya çalıştığı hedeflerden ilk kez orada haberdar olmuş, böylece çalışanları, kurucu iradeyi, yönetsel yapıyı da kendi yerlerinde görmüştüm. Oradayken, iyi ve güzel olan işlerin nerede gereksiz sorularla yavaşlatılabildiğini veya hangi yapay sorunlarla amacından saptırılabildiğini yakından gözlemleme fırsatım olmuştu.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, özellikle de TDV’nin kamuoyuna dönük albenisinin oluşmasında İSAM’ın katkısı asla küçümsenemezdi. Vakıf değişik alanlarda etkindi, göz dolduracak pek çok işin de sahibiydi; hatta bir üniversitesi bile vardı. Ancak bunlar bir yana İSAM bir yanaydı.

İSAM, 25 yıllık bir süre zarfında tamamladığı 44 ciltlik ansiklopedisiyle yetinmemiş, bu tür faaliyetleri oldukça sevdiğini gösterircesine ağırlığını tematik çalışmalar etrafında şekillenen yeni ansiklopedilere kaydırmıştı. Hiç kuşkusuz diğer konularda da güzel işlere imza attı. Çıkardığı dergi hâlâ çok değerli ve salonlarını açtığı toplantılar, çalıştaylar, konferanslar ve hatta sempozyumlar, her biri kendi çapında ses getiren etkinlikler olarak hafızalarda yerini aldı. Bu bağlamda özellikle Kadı Sicilleri ve İstanbul Ansiklopedisi çok özel girişimler olarak selamlanmayı hak eder.

İçeriden…

Epeyce bir aradan sonra, bu sefer benim için oldukça uzun sayılabilecek bir zaman dilimini İSAM’da geçirdim. Baktım, değişen bir şey yoktu. Her şey eskisi gibiydi ve hâlâ güzeldi. Sevgili dostum, değerli arkadaşımız Murteza Bedir, kurumun üst düzey idarî sorumluluğunu üstlenmiş, değerli arkadaşımız Yaşar Çolak ise başkan yardımcılığı görevine davet edilmişti. Yaklaşık 2 haftalık çalışma takvimimde sıkça görüştüğüm Yaşar Hoca’nın gözlerinde hep İSAM’ı daha verimli hale getirmenin derdini ve endişesini görmüştüm. İkisi de akademideki parlak kariyerlerini İSAM’a taşımışlar ve burada ülkenin ilmî birikimini arttıracak ve güçlendirecek çabaların öncüsü olarak adım atmaya kendilerini adamışlardı. Kurumun yapılanması sağlam olunca, yeni gelenlerin görevi bayrağı daha da yükseğe taşımak olacaktı. Bu vesileyle, bu sorumlulukları daha önce başarıyla üstlenen kıymetli hocam Mehmet Akif Aydın’a hayırlı ve bereketli ömürler, merhum Raşit Küçük Hocamıza da gani gani rahmetler dilerim.

Prof. Dr. Ali Büyükarslan’la

“Değişen bir şey yok” dedim ya, genellikle bu cümlenin negatif bir hava yarattığının farkında olarak kullandım bu ifadeyi. Ama burada öyle değil; sahiden öyle, yani dediğim gibi. Sistem oturmuş ve artık beklenen kaliteyi daha rasyonel bir şekilde arttırmak ve kurum kimliğini herhangi bir ünitesiyle sınırlandırmaksızın güçlendirmek hedefleniyor. Benim bildiklerim de başkalarından duyduklarım da aynı: İSAM, kendisinden beklenen performansı dün nasıl ve hangi prosedürler eşliğinde sürdürdüyse, bugün de aynı şekilde beklentileri karşılamaya hazır bir duyarlılıkla sorumluluğunu devam ettiriyor.

Buraya hiç uğramayanlar için İSAM’da yaşanan olağan bir günü izlemelerini öneririm. Ben de öyle yaptım. Bu sefer hem uzun kalacaktım hem de burada oluşan ortamı daha yakından görme ve izleme imkânı bulacaktım. Sabahın erken saatlerinde gelip içeride yer kapmak isteyenlerin yüzlerindeki heyecanı gözlemleyerek işe başlanabilir mesela. İzleyiciler, ana kapı önünde bekleşen araştırmacıların ve öğrencilerin tatlı telaşlarına mutlaka tanıklık edecektir. Ateş almaya gelmiş gibi alelacele ziyaret ettiğim zamanları bir tarafa bırakırsak, onların hepsinden farklı olarak bu sefer adam akıllı bir inatla kurumu bir şekilde gözlem altına aldım. Kim ne yiyor ne içiyor; çalışma ortamları nasıl, sahiden bir sıcaklık var mı, bu masalar arasında nasıl dolaşıyor? Bu nedenle de salonlarda çalışanları, bahçede dolaşanları, mükaleme ortamlarını, müzakere adımlarını, çay saatlerini, kantini, yemek salonunu ve akşam geç saatlerde istemeye istemeye binadan ayrılan yorgun araştırmacıları gözlemledim… Hepsini…

Ofis ortamı

Burada kişisel olarak yaşadıklarım, kuşkusuz emsalsizdi ve buradakilerin ev sahipliğine diyecek yoktu. Yaşar Hoca araştırmam boyunca bana kol kanat germiş, her adımda yanımda olmuştu. Furkan Mehmet tecrübesi ve dikkatli tavırlarıyla ihtiyaçlarımı hemen fark eder, sorularıma içtenlikle cevap verirdi. Arzu Güldöşüren’in nezaket dolu rehberliğinde ise işlerim daha da kolaylaşıyordu. Sağ olsunlar ne güzel insanlar… İnsan, nitelikli bir ortamda hemen hiçbir şeyin eksikliğini hissetmediği bir yerde oturup çalışmalı, okuyup yazmalıydı.

Çalışma ortamımın beklediğimden daha güzel, bağımsız ve steril olduğunu söylemeliyim. Yaşadığım bu durum istisnai değil, aksine normalin bizatihi tecessümüydü. Bir yandan üzerime aldığım entelektüel sorumluluğu yerine getirme arzusu, bir yandan da gerçek bir duruluk arayışında zihnimi tamamen kütüphaneye kapatmak için benim ne yapıp edip İSAM’dan âzami derecede istifade etmem gerekecekti.

İSAM bana kalırsa aynı zamanda bir sürprizler diyarıdır. Araştırmacı misafirlere tahsis edilmiş odalardan birinde çalışmalarıma başladığımda, artık zamanın nasıl geçtiğini anlayacak halde değildim; ihtiyaç duyduğum her şeye kolayca erişmenin o dayanılmaz mutluluğunu es geçemiyordum. Kitapları okuyor, tarıyor, düşündüklerimi kafamda çeviriyor, sonuçta tek işi çalışmak olan birisi olarak burada kendime yeni problematikler üretiyordum. Arada bahçeye ya da kütüphaneye geçtiğimde, eski ve yeni öğrencilerimin yanı sıra entelektüel bir duyarlılık içinde bir araya gelen Türkiye Okumaları’nın birbirinden değerli üyelerine de sık sık rastlamak, yaşayabileceğim en güzel sürprizlerden biri olacaktı.

Karşılaşmalar: Prof. Dr. Kemal Ataman, Prof. Dr. Fuat Aydın

Ah, keşke her şeye, evet her şeye yeniden başlayabilseydim. Mesela zamanında büyük bir keyifle tamamladığım doktora tezimin duygu ve derinlik istihkakı için taşranın sunduğu imkânlarla yetinmeseydim. İmrendiğim, hayranlığımı gizlemediğim arkadaşlarımın coşkusuna ortak olarak İSAM’ın bahçesine çıkıp orada elimde bir bardak çayla dolaşsaydım. Gözlerimin aradığı arkadaşlardan biriyle banklardan birini kapatsam, kısa ama derin konulara dalsaydım. Kafamda olgunlaştırmaya çalıştığım konuları oralarda rastladığım büyüklerimden biriyle paylaşsaydım. Birilerinin “Buna da baktın mı?” diye hatırlattığı kitaplar için hızla kütüphaneye dönüp raflar arasında dolaşsaydım. İSAM’ın taş merdivenlerini tırmanırken bütün bunları doyasıya yaşasaydım.

Keşke ama belki de çok geç. Hayır, değil. Burada her yaştan araştırmacının, öğrencinin, benim ancak gençlik hevesiyle eşleştirebildiğim coşkularını kendi yaş dilimlerinde yeniden ürettiklerine kaldığım hemen her gün defalarca tanıklık ettim. O halde eksik olan neydi? Tabii ki niyet bana aitti; motivasyon ise İSAM’a, bahçesine, aşçısına, çaycısına, kedilerine ve banklarına ait olacaktı.

İSAM’ın “kadrolu” kedilerinden…

İSAM, içeriden

İstanbul’da hakkında resmî ya da gayriresmî dolaşıma girmiş hiçbir malumata ihtiyaç duymadan varlığını hissettiğimiz bir gerçeklik, bir mekân, bir çatı var. Adı: İSAM.

Kurulduğu günden beri dikkatimi çeken bir yer. Daha akademinin rüyasına bile kapılmadan, fakültede hocaların neredeyse tamamını saran bir heyecanın şahidi olmuştum. İslâm Ansiklopedisi’nin ilk prova baskısı, antetli beyaz karton dosyalar içinde hocalara ulaştırılıyor ve onlardan sıfırdan başlanacak bu büyük projeye dahil olmaları isteniyordu. Öyle ki artık fakültede kimin odasına girsek, orada “ansiklopedi” konuşuluyordu. Benim gibiler için bu muhabbete dahil olmak, elbette zordu; henüz Millî Eğitim’in yıllar önce çevirtip bastırdığı İslâm Ansiklopedisi’nin o kalın sayfalarını bile oturup karıştırmamıştım.

Sahi, hocalar nasıl da heyecanlıydı! Belli ki her biri için sıra dışı bir itibar vaat eden bir hazırlık söz konusuydu. Sonraları, bu olup bitenleri düşünüp aslında “Bismillah” denilenin ne olduğunu idrak etmeye başladığımda, oldukça hayırlı bir işe tanıklık ettiğimin de farkına varacaktım.

Hocalarımız sadece ülke çapında değil, dünya genelinde etkili olabilecek bir projeye dahil olarak, ellerindeki diğer işleri bir kenara bırakıyor ve kendilerini madde yazma fikri etrafında âdeta yeniden kuruyorlardı.

İlerleyen günlerde kime uğrasam, onu ansiklopedinin bir maddesine hazırlık yaparken buluyordum. Artık kimsenin kimseyle muhabbete vakti yoktu; herkes, belki de birbirinden çaldığı vakitlerde, kitaplar arasına gömülmüş bir şekilde bilgi üretiyordu. Bu inanılmaz güzel ve hoş bir yoğunluktu.

Anlaşılan o ki, ortaya saçılmış bilgiler derlenecek, dipte köşede kalmış değerler gün yüzüne çıkarılacak, üretilen veriler ıslah edilecek, geleneğin birikimi bugüne taşınacak ve nihayetinde olup bitenler karşısındaki kayıtsızlığımıza güçlü bir set çekilecekti. Elbette her çaba bir niyete, onu açığa çıkaracak bir motivasyona, süreci devam ettirecek bir gayrete ve en çok da hayra muhtaçtı. Bizim fakültedekilere de bir aşk gelmişti; hocalar, kendilerini uzun bir aradan sonra yeniden bir işe koyulmuş olmanın sevincine kaptırmış, sıkı bir şekilde disipline olmanın hazzını yakalamaya başlamışlardı. Yeni duruma adapte olmanın gereklilikleri onları ciddi konular etrafında birbirleriyle müzakereye, taşra burukluğunun yarattığı o garip içe çekilmeye bir son vermeye zorlamıştı.

Aslında ansiklopedi çıkarma fikri, belki de derin komplekslerimizi aşmanın yollarından biriydi. Birkaç yüzyıldan beri ilgiyi başkaları üretiyor, bize de onların inşa ettiklerine tâbi olmak düşüyordu. Bilgiyi zapt etmek, onu kullanışlı bir şekilde tedavülde tutmak, geniş ve çeşitlenmiş polemikler dünyasında sahih olana yaklaşmak önemliydi. Ancak, bu fikriyattan bir yere ulaşmak uzun zamandır herkes için zor ve meşakkatli görünüyordu. İrade, bütçe, aşk, şevk, kararlılık… Öyle her yerde bulunacak şeyler değildi. Üzerimizdeki tahribatın haddi hesabı yoktu; hikâyemiz yılgınlıkla at başı gidiyordu. Sanki adım atmaya mecalimiz kalmamıştı.

Belli ki, ancak memleket bir ansiklopedi rüzgârı yakaladığında, ilahiyatçılarımız, münevverlerimiz ve düşünce adamlarımız bu ataleti aşacak bir hedefte buluşmanın zevkini idrak edeceklerdi.

İslâm Ansiklopedisi, hazırlık safhaları uzun zaman alsa da tamamlanacağına olan inançla ilk fasikülünü okuyucusuna ulaştırmakta pek de fazla gecikmedi. İvrindi’de öğretmendim. Bir yandan Türkçe’de yeni yayımlanmaya başlayan AnaBritannica’yı takip ediyor, bir yandan da İslâm Ansiklopedisi’nin çıkışını dört gözle bekliyordum. Cemil Meriç’in ansiklopediler ve ansiklopedistler hakkındaki eleştirel düşünceleri aklımdaydı. Cemil Meriç’i Cemil Meriç yapan ansiklopedik külliyat hakkında yeri geldiğinde bazen nasıl da sert sözler edebildiğini okumuş, hayretler içinde kalmıştım. Radikal eleştirilerinin künhüne varabilmek için daha çok okumam gerekiyordu.

Babamın kütüphanesinden hatırladığım Millî Eğitim’in meşhur kara ciltli İslam Ansiklopedisi ise gözümün önünden gitmiyordu. “Biz de başarabilecek miyiz?” diye sorardım kendi kendime. MEB’in ansiklopedisi, açıkça şaibeli sayılabilecek dedikodulara rağmen, ilim dünyasında başka bir örneği ortaya çıkmadıkça, etkisini sürdürmeye devam edecek gibi görünüyordu. Kurucu kavramlarımızı bir an önce kayıt altına almamız gerekirken, dinî ve entelektüel müktesebatımızı oryantalist paradigmaya teslim etmek tek kelimeyle faciaydı. Elimizi çabuk tutmazsak kendi bilgi dünyamızın kadim sınırları delik deşik olacaktı. Bu ansiklopedi vesilesiyle madde yazarları, İslam hakkındaki birikimi toparlamayı ısrarla başarmış ve bu sayede de apaçık bir güç kazanmışlardı. Gerçi bizimkiler, bu yayımlanan kimi maddelere şerh düşmüş, bazılarını yeniden yazmışlardı ama yine de o tereddüt yaratan kimliğiyle orada, o şüpheyle karşılanmaya devam edecekti.

Henüz sağlam bir temele oturtamadığımız düşüncelerimiz ve dağınık bilgilerimizle, belki de kim bilir yalan yanlış çıkarımlarımızla, gençlik heveslerimizi yorduğumuz bir süreçte oryantalizm, kolonyalizm ve sömürgeciliği anlamaya çalışıyorduk. Bizim memlekette cüzü tamamlayıp Kur’an’a geçenlere “Maşallah, Kur’an’ı sökmeyi başardı” derlerdi. Bizimkisi de aynı hesaptı; dünya nasıl bir şeydir diye anlamadan derin sularda kulaç atmaya çalışıyorduk. Onlarca “kesin ve mutlak” vurgusuyla kendimizi âdeta yormuş, bir Allah’ın kulu da kalkıp bize iyi, doğru ve güzel olanın ne olduğunu, önümüze düşüp gösterme ve anlatma ihtiyacı duymamıştı.

Elimde artık fasikül fasikül akan sayfalar vardı. Ama işin zorluğunu ve faziletini anlamak için sanırım bir üniversiteye intisap etmem ya da belki de bir akademisyen titizliğiyle herhangi bir araştırmanın ucundan tutmayı öğrenmem gerekiyordu.

İSAM

İSAM’ı bir çatı kuruluş olarak görmek daha doğruydu. Bu bileşenler arasında İslâm Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü ve İslam Araştırmaları Merkezi yer alıyordu. 1993 itibariyle iki ayrı merkez tek bir çatı altında toplanmış ve zamanla İSAM, bu faaliyetlerin en üst ismi olarak öne çıkmıştı.

Doktoraya yeni başlamıştım. Çalışmam için Konya’da yeterli kaynak bulmakta zorluk çekiyordum. Belki istesem, aradığım her şeye zorlukları göze alarak ulaşabilirdim. Ancak, o günlerin Konya’sında araştırmacısını yönlendirme kabiliyeti olan bir kütüphaneden söz etmek zordu. Kütüphane dediğin daha içeri girer girmez seni oradan oraya savuracak, zihninde şimşekler çaktıracak, her gördüğün eser sende başka bir iz bırakacaktı. Sonra sen de bu etkileşimleri bir araya getirip, tefekkür ve tezekkürle istikametini belirleyecektin. Hep hayıflanırdım; iyi bir kütüphane ve besleyici bir muhit nasip olsaydı, kim bilir ne güzel şeyler olurdu. Ama işte bizden bu kadardı.

Nihayet, kulaktan kulağa yayılan ve aradığımız pek çok kaynağa kolayca ulaşabileceğimiz bir mekândan söz edilmeye başlandı: Adı İSAM’dı. Başlangıçta ansiklopedinin yazımı için gerekli külliyat, literatür, matbuat ve koleksiyonları bir araya getirmek üzere oluşturulan bu kütüphane, zamanla sadece kurum çalışanları için değil, genel ilgililer için de hizmet vermeye başlamıştı.

Ben 90’ların başında Kısıklı’da kurulan İSAM’ı pek hatırlamıyorum. Yanılmıyorsam, İSAM’la irtibatım 97’de kütüphanenin şu anki yerinde hizmetlerinin herkese açık hale gelmesiyle başlamıştı. Devasa kütüphanesinden yararlanmak üzere İSAM’a gidip gelmeye başladığımda artık orada içkin olan hazineyi de fark etmiştim. O zamanlar Van’daydım; İstanbul öyle ha deyince gidilecek bir yer değildi. Yollar güvenli olmadığı gibi uçak da herkesin harcı değildi. Yaşanılan süreç, bütün yolculukları riskli hale getirmişti.

Ancak bir toplantı vesilesiyle ayağımız düşerse, işte o zaman ucundan köşesinden iznimizi uzatarak bu güzel mekânda soluklanabilir, katlar ve raflar arasında dolaşabilir, aylardır ulaşamadığımız kitaplara ancak burada ulaşabilirdik. Hiçbir gerekçemiz olmasa bile orada onlarca çalışan arasında ilme hürmeti, bilgiye erişme talebini, dupduru bir arayış için gerekli heyecanı bizatihi burada terennüm edebilirdik. Az bir şey miydi bu? Hayır, değildi.

Nedendir bilmem, İSAM’ı başkaları kadar derin bir ilgi ve amaçla sık sık ziyaret edememiş olsam da üzerimde hep tutku ve özlemle açıklanabilecek bir his bırakmıştır. Nasıl tutkuyla hatırlanmasın, nasıl özlenmesin ki? Her geçen gün kendini yenileyen kütüphanesiyle, sahip olduğu imkânları sürekli arttıran ve çeşitlendiren, daha fazla araştırmacıyı kendine çeken bu mekânda her şeyden önce hepimizi kuşatan yoğun bir enerji vardı. Abartısız söylemek gerekirse, buradaki iklim son derece besleyicidir; etrafındaki insanların kitaplar arasında dolaştığını gördüğünde insanın kendine bir aşk ve şevk geliyor. İSAM’ın ziyaretçileri, ezberden konuşulmasına izin vermeyecek kadar çeşitli dünyalardan geliyordu. Her yerden ve her milletten “öğrenci” burada kendi hikâyelerini olgunlaştıracak derin okumalar arasında hem müstesna tecrübeler kazanıyor hem de birbirine yakınlaşan anılar biriktiriyordu.

Benimki de öyle oldu. Tuzla’da acemilikle boğuşan bir asker olarak, kimi hafta sonları İSAM’a uğrar, muhtemelen oldukça sert olduğunu tahmin ettiğim kurum müdürünün dikkatini savuşturarak araştırmacıları ofislerinde ziyaret ederdim. Onların görüşme için saat tuttukları hep aklımdadır. Oysa biz arazide bunalmışız, kelimelerimizi komutanlara rehin vermişiz, düşünmek nedir neredeyse unutmuşuz. Ama ne var ki, İstanbul’da da o zamanlar gidebileceğimiz tek bir yer var, o da İSAM.

90’ların sonunda, şimdi akademik kamuoyunda çalışanların epeyce bir bölümü, İSAM bursiyeri olarak gittikleri Batılı ülkelerden dönmüş ve bir tür zorunlu hizmet kıvamında görevlerini ifa etmek için burada çalışıyorlardı. Ansiklopedinin yükünü hemen her aşamada taşımış arkadaşların pek çoğu, sanıyorum artık çevredeki üniversitelere dağılmış durumdadır. O zamanlar, İSAM’daki ofislerinde neredeyse bütün mesailerini İslâm Ansiklopedisi’ne tahsis ederek çalışıyorlardı. Onların yoğunlaştıkları konular etrafındaki etütlerin kişisel birikimlerine katkısını tahmin etmek elbette kolay değildi.

Belki de bu sebepten, belki de başka bir sebepten onların bu ortamına hayran olurdum. Düşünsenize, ekmeğinizi okumaktan ve yazmaktan kazanıyorsunuz; hem işiniz gücünüz tedrisat. Ne güzel bir şey! Değişik ihtisas alanlarından insanların bir araya geldiğinde neler konuşabileceklerini tasavvur etmek herhalde geliştirici olmalı. Benim de dahil olduğum akademik ve entelektüel muhitler vardı ama burada oluşan yekpareliği korumak için tek tek her birimizin ne kadar büyük zorluklarla cebelleştiğimizi anlatmak istemem. Yorar, üzer ve kahrettirir. Oysa gördüm onları birkaç kez, nasıl da güzel konular etrafında insanı hayran bırakan sohbetler yapıyorlardı. Odalarında ziyaret ettiğimiz arkadaşların biraz kendilerinden, biraz da yoğunlaştıkları alanların birikiminden kaynaklanan dilleri ve ustalıkla kurdukları söylemlerden müthiş etkilenmiştim.

Van’da çalışıyor, Tuzla’da acemi birliğinde askeri eğitim görüyordum. Tuzla istasyonundan İstanbul’a tıkış tıkış bir banliyö treniyle yolculuğa çıktığımda, hep İSAM’da o gün bizleri nelerin bekleyeceğine dair birbirini tetikleyen duygu kestirimleriyle yoldaş oluyordum.

Yazar Vahdettin İnce’yle

Sonra kütüphane daha geniş bir dünyaya açıldı. Aradığım, kendisine ulaşmaya çalıştığım pek çok kişiye ancak orada erişir oldum. Çalışan, okuyan, inceleme için bir mekân tutan kim varsa, gününün epeyce bir bölümünü burada geçirmeyi bir teamül haline getirmişti. Saygıdeğer hocaların zaten orada kendilerine tahsis edilmiş odaları vardı ama mesela, inceleme ve araştırma için yoğunlaşma arzusunda olanlar da nihayetinde İSAM’da ikamet etmeye başlamıştı. Hatta şimdilerde İSAM’la özdeşleşen öğrencilerimi görünce, “Acaba” diyordum, “onlar çadırlarını buraya mı kurdular?” Sahiden insanlar neredeyse bütün mesailerini olabilecek en rasyonel haliyle orada geçiriyorlardı. Taramalar, okumalar, tetkikler, yazmalar ve bir de muhabbetler… Okuduğum pek çok çalışmada İSAM çalışanlarına hatırı sayılır bir teşekkür cümlesi bulmak artık neredeyse sıradan bir şeydi. İnsan sadece şu teşekkür paragraflarını toplasa, ortaya kim bilir ne güzel bir şey çıkardı. Gerçekten de İSAM nereden, nasıl tedarik ediyor bu muamele bilincini bilmiyorum ama tecrübeyle sabit, ziyaretçilerine başka hiçbir yerde rastlanmayacak ölçüde sıcak, temiz ve zarif bir ortam sunuyordu.

Aradığımızı bulmak önemliydi. Kütüphanede, özellikle sosyal bilim çalışanları için yok yoktu. Kitaplar, dergiler, koleksiyonlar, hepsi hazır ve nâzırdı. Üstelik sürekli yenilenme, sürekli güncelleme çabası, orada aradığımızı mutlak bulacağımız konusunda güven verici bir hakimiyet sağlıyordu. Kurucu irade, bu özel konsepti nasıl keşfetmiş, nereden devralmış ya da hangi ortak akılların ürünüydü bilinmez ama benim gibi olayı olabildiğince dışarıdan takip edenler için orada bir üst aklın devrede olduğunu kabul etmekten başka bir çare yoktu.

Gerçekten de her şey yerli yerindeydi. İhmal edilmiş bir şey varsa o da keyfe kederdi. Üstüne üstlük bütün bunlara, gün boyu ücretsiz ikram edilen kaliteli çayı da eklemek lazım. Buna bir de oldukça ucuz ama kaliteli olarak sunulan öğlen yemeğini ihmal etmemek şartıyla. Daralıp bunaldığınızda kendinizi atacağınız o güzel bahçeyi de bu listeye eklemek gerekir. Ben bütün bunlara bir şeyi daha eklemek isterim; o da ancak burada rastlayabileceğiniz arkadaşların, tanınmış şahsiyetlerin yarattığı aidiyetin oluşturduğu bir İSAM ruhu. Birbirine âşina olmuş arkadaşlıklar burada kol gezmektedir. Daha ne olsun? Hem kime nasip bu rikkat, bu dikkat?

Bahçeden

İSAM’a defalarca gidip geldim. Yolumu oraya düşürmek için sayısız fırsat kolladım. Özellikle Muğla’da çalışırken, araştırmalarımın en önemli kaynak ve diğer materyallerine ancak burada ulaşabildim. Sonradan internetin gündelik hayatta artan gücüyle aradığımız pek çok şeye bulunduğumuz yerden bir tık ötesine erişerek ulaşsak da kitaba dokunmak başkadır. Daha ötesi bize lazım gelen oradaki muhabbetti, tutunduğumuz rutinlerdi, korunan alışkanlıklar, kendimizi kaptırdığımız yoğunluklarla oluşan yaşama deseniydi. İnsan, uzaklardaki evinden ya da çalıştığı odasından İSAM’a bağlandığında, ihtiyacı olan şeyleri tedarik etmekte zorlanmaz ne var ki yokluğunu hissettiği ne varsa onu da ancak İSAM’da, onun sessiz ama konuşkan salonlarında, nefes almaya indiği bahçesinde, çay ocaklarında, sırtını yaslayarak dinlendiği banklarında bulabileceğini de asla unutmaz.

Çay ocağından. Hep hatırlanan dostlarımız.

İSAM’a daha yakın olma çabam, ben Ankara’ya geldikten sonra iyice hızlandı. Özellikle Diyanet’te görevliyken, kurumun çalışmalarından, işleyişinden, ufkundan ve belli başlı hayallerinden daha fazla haberdar oldum. Bu süreçle birlikte, pek çok “aile içi” toplantıya da katılma şansına sahip olan birkaç kişiden biri olmak bahtiyarlıktı. Kurumun ortaya koymaya çalıştığı hedeflerden ilk kez orada haberdar olmuş, böylece çalışanları, kurucu iradeyi, yönetsel yapıyı da kendi yerlerinde görmüştüm. Oradayken, iyi ve güzel olan işlerin nerede gereksiz sorularla yavaşlatılabildiğini veya hangi yapay sorunlarla amacından saptırılabildiğini yakından gözlemleme fırsatım olmuştu.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, özellikle de TDV’nin kamuoyuna dönük albenisinin oluşmasında İSAM’ın katkısı asla küçümsenemezdi. Vakıf değişik alanlarda etkindi, göz dolduracak pek çok işin de sahibiydi; hatta bir üniversitesi bile vardı. Ancak bunlar bir yana İSAM bir yanaydı.

İSAM, 25 yıllık bir süre zarfında tamamladığı 44 ciltlik ansiklopedisiyle yetinmemiş, bu tür faaliyetleri oldukça sevdiğini gösterircesine ağırlığını tematik çalışmalar etrafında şekillenen yeni ansiklopedilere kaydırmıştı. Hiç kuşkusuz diğer konularda da güzel işlere imza attı. Çıkardığı dergi hâlâ çok değerli ve salonlarını açtığı toplantılar, çalıştaylar, konferanslar ve hatta sempozyumlar, her biri kendi çapında ses getiren etkinlikler olarak hafızalarda yerini aldı. Bu bağlamda özellikle Kadı Sicilleri ve İstanbul Ansiklopedisi çok özel girişimler olarak selamlanmayı hak eder.

İçeriden…

Epeyce bir aradan sonra, bu sefer benim için oldukça uzun sayılabilecek bir zaman dilimini İSAM’da geçirdim. Baktım, değişen bir şey yoktu. Her şey eskisi gibiydi ve hâlâ güzeldi. Sevgili dostum, değerli arkadaşımız Murteza Bedir, kurumun üst düzey idarî sorumluluğunu üstlenmiş, değerli arkadaşımız Yaşar Çolak ise başkan yardımcılığı görevine davet edilmişti. Yaklaşık 2 haftalık çalışma takvimimde sıkça görüştüğüm Yaşar Hoca’nın gözlerinde hep İSAM’ı daha verimli hale getirmenin derdini ve endişesini görmüştüm. İkisi de akademideki parlak kariyerlerini İSAM’a taşımışlar ve burada ülkenin ilmî birikimini arttıracak ve güçlendirecek çabaların öncüsü olarak adım atmaya kendilerini adamışlardı. Kurumun yapılanması sağlam olunca, yeni gelenlerin görevi bayrağı daha da yükseğe taşımak olacaktı. Bu vesileyle, bu sorumlulukları daha önce başarıyla üstlenen kıymetli hocam Mehmet Akif Aydın’a hayırlı ve bereketli ömürler, merhum Raşit Küçük Hocamıza da gani gani rahmetler dilerim.

Prof. Dr. Ali Büyükarslan’la

“Değişen bir şey yok” dedim ya, genellikle bu cümlenin negatif bir hava yarattığının farkında olarak kullandım bu ifadeyi. Ama burada öyle değil; sahiden öyle, yani dediğim gibi. Sistem oturmuş ve artık beklenen kaliteyi daha rasyonel bir şekilde arttırmak ve kurum kimliğini herhangi bir ünitesiyle sınırlandırmaksızın güçlendirmek hedefleniyor. Benim bildiklerim de başkalarından duyduklarım da aynı: İSAM, kendisinden beklenen performansı dün nasıl ve hangi prosedürler eşliğinde sürdürdüyse, bugün de aynı şekilde beklentileri karşılamaya hazır bir duyarlılıkla sorumluluğunu devam ettiriyor.

Buraya hiç uğramayanlar için İSAM’da yaşanan olağan bir günü izlemelerini öneririm. Ben de öyle yaptım. Bu sefer hem uzun kalacaktım hem de burada oluşan ortamı daha yakından görme ve izleme imkânı bulacaktım. Sabahın erken saatlerinde gelip içeride yer kapmak isteyenlerin yüzlerindeki heyecanı gözlemleyerek işe başlanabilir mesela. İzleyiciler, ana kapı önünde bekleşen araştırmacıların ve öğrencilerin tatlı telaşlarına mutlaka tanıklık edecektir. Ateş almaya gelmiş gibi alelacele ziyaret ettiğim zamanları bir tarafa bırakırsak, onların hepsinden farklı olarak bu sefer adam akıllı bir inatla kurumu bir şekilde gözlem altına aldım. Kim ne yiyor ne içiyor; çalışma ortamları nasıl, sahiden bir sıcaklık var mı, bu masalar arasında nasıl dolaşıyor? Bu nedenle de salonlarda çalışanları, bahçede dolaşanları, mükaleme ortamlarını, müzakere adımlarını, çay saatlerini, kantini, yemek salonunu ve akşam geç saatlerde istemeye istemeye binadan ayrılan yorgun araştırmacıları gözlemledim… Hepsini…

Ofis ortamı

Burada kişisel olarak yaşadıklarım, kuşkusuz emsalsizdi ve buradakilerin ev sahipliğine diyecek yoktu. Yaşar Hoca araştırmam boyunca bana kol kanat germiş, her adımda yanımda olmuştu. Furkan Mehmet tecrübesi ve dikkatli tavırlarıyla ihtiyaçlarımı hemen fark eder, sorularıma içtenlikle cevap verirdi. Arzu Güldöşüren’in nezaket dolu rehberliğinde ise işlerim daha da kolaylaşıyordu. Sağ olsunlar ne güzel insanlar… İnsan, nitelikli bir ortamda hemen hiçbir şeyin eksikliğini hissetmediği bir yerde oturup çalışmalı, okuyup yazmalıydı.

Çalışma ortamımın beklediğimden daha güzel, bağımsız ve steril olduğunu söylemeliyim. Yaşadığım bu durum istisnai değil, aksine normalin bizatihi tecessümüydü. Bir yandan üzerime aldığım entelektüel sorumluluğu yerine getirme arzusu, bir yandan da gerçek bir duruluk arayışında zihnimi tamamen kütüphaneye kapatmak için benim ne yapıp edip İSAM’dan âzami derecede istifade etmem gerekecekti.

İSAM bana kalırsa aynı zamanda bir sürprizler diyarıdır. Araştırmacı misafirlere tahsis edilmiş odalardan birinde çalışmalarıma başladığımda, artık zamanın nasıl geçtiğini anlayacak halde değildim; ihtiyaç duyduğum her şeye kolayca erişmenin o dayanılmaz mutluluğunu es geçemiyordum. Kitapları okuyor, tarıyor, düşündüklerimi kafamda çeviriyor, sonuçta tek işi çalışmak olan birisi olarak burada kendime yeni problematikler üretiyordum. Arada bahçeye ya da kütüphaneye geçtiğimde, eski ve yeni öğrencilerimin yanı sıra entelektüel bir duyarlılık içinde bir araya gelen Türkiye Okumaları’nın birbirinden değerli üyelerine de sık sık rastlamak, yaşayabileceğim en güzel sürprizlerden biri olacaktı.

Karşılaşmalar: Prof. Dr. Kemal Ataman, Prof. Dr. Fuat Aydın

Ah, keşke her şeye, evet her şeye yeniden başlayabilseydim. Mesela zamanında büyük bir keyifle tamamladığım doktora tezimin duygu ve derinlik istihkakı için taşranın sunduğu imkânlarla yetinmeseydim. İmrendiğim, hayranlığımı gizlemediğim arkadaşlarımın coşkusuna ortak olarak İSAM’ın bahçesine çıkıp orada elimde bir bardak çayla dolaşsaydım. Gözlerimin aradığı arkadaşlardan biriyle banklardan birini kapatsam, kısa ama derin konulara dalsaydım. Kafamda olgunlaştırmaya çalıştığım konuları oralarda rastladığım büyüklerimden biriyle paylaşsaydım. Birilerinin “Buna da baktın mı?” diye hatırlattığı kitaplar için hızla kütüphaneye dönüp raflar arasında dolaşsaydım. İSAM’ın taş merdivenlerini tırmanırken bütün bunları doyasıya yaşasaydım.

Keşke ama belki de çok geç. Hayır, değil. Burada her yaştan araştırmacının, öğrencinin, benim ancak gençlik hevesiyle eşleştirebildiğim coşkularını kendi yaş dilimlerinde yeniden ürettiklerine kaldığım hemen her gün defalarca tanıklık ettim. O halde eksik olan neydi? Tabii ki niyet bana aitti; motivasyon ise İSAM’a, bahçesine, aşçısına, çaycısına, kedilerine ve banklarına ait olacaktı.

İSAM’ın “kadrolu” kedilerinden…

İSAM Bülteni‘ne

Abone Ol!

İSAM Bülteni‘ne

Abone Ol!