Sekülerizmin Doğusu

Batı’nın Sekülerleşme Serüveninde Çin’in Rolü

Esra Çifci

Sekülerizmin Doğusu

Batı’nın Sekülerleşme Serüveninde Çin’in Rolü

Esra Çifci

Read in English
(The English translation was done with the help of AI)

16. ve 18. yüzyıllar arasında Hıristiyan Batı’nın Konfüçyanist Çin ile karşılaşma tecrübesi, modern Avrupa’nın ortaya çıkışında, en az Amerika’nın keşfi kadar büyük bir etki yaratmıştır. Ancak, kolonyal dönemde geliştirilen ve küreselleştirilen Avrupa merkezci ve oryantalist tarih anlatısı, bu etkinin uzun yıllar boyunca göz ardı edilmesine neden olmuştur. Günümüzde ortaöğretimden itibaren anlatılan tarih perspektifine göre, 15. yüzyıla kadar kilisenin etkisiyle “karanlık” bir Ortaçağ yaşayan Avrupa, 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren önce Rönesans, ardından Aydınlanma döneminin etkisiyle rasyonalitenin önemini keşfederek uyanışa geçmiştir. Dini; aklın alanından uzaklaştırarak teoloji ve ibadetlerle sınırlayan, bireysel, kalbî ve vicdanî bir unsur olarak yorumlayan Aydınlanmacılar, din ile devletin ayrıştırılması olarak tanımlanan seküler düşünceyi modern dünyanın temelini oluşturan bir sistem haline getirmiştir.

Sekülerizmle kilisenin devlet üzerindeki etkisi sınırlandırılmış; bu dönüşüm Avrupa’nın modernleşmesini ve küresel ölçekte hâkimiyet kurmasını mümkün kılan temel bir unsur olarak değerlendirilmiştir. Diğer toplumların benzer bir etki yaratamaması ve Batı’nın medeniyet seviyesine ulaşamaması ise kendi siyasal ve toplumsal yapılarında bu ayrımı kesin bir şekilde hayata geçirememeleriyle açıklanmıştır. Pek çok Avrupalı düşünür, modern dönemi klasik dönemden ayıran sekülerizmin, neden başka bir yerde değil de sadece Avrupa’da ortaya çıktığını sorgulamış; Mısır’dan Hindistan’a ve Çin’e kadar çeşitli medeniyetleri inceledikten sonra, bu durumun Avrupa’nın kendi iç dinamiklerinin bir sonucu olduğu kanaatine varmıştır.

Evrimci ve ilerlemeci bir yaklaşıma göre rasyonalite, en yüksek seviyesine Avrupa’da ulaşmış; bu da modernitenin bu coğrafyada hayat bulmasını sağlamıştır. 16. yüzyıldan itibaren tarih sahnesinde belirgin bir yer edinen Avrupa, farkında olmadan diğer medeniyetlerin âtıl, donuk ve işlevsiz olduğu algısını pekiştirmiştir. Ancak, 1960’lardan itibaren yükselen post-kolonyal çalışmalar, Avrupa merkezci ve oryantalist söylemlerin yapı sökümünü gerçekleştirerek Avrupa’nın yükselişinde “öteki” medeniyetlerin oynadığı rolü daha görünür hale getirmiştir. Özellikle sömürgecilik faaliyetlerinden önce gönderilen misyonerlerin metinleri incelendiğinde, bu etkinin çok daha özgün bir şekilde ortaya çıktığı görülmüştür. Örneğin, bu tür metinler Avrupa’yı modern kılan seküler düşüncenin yükselişi ile Çin arasında tuhaf bir bağlantı olduğunu gözler önüne sermiştir. Ancak bu bağlantıya geçmeden önce, Çin ile karşılaşma öncesinde Avrupa’nın akla nasıl yaklaştığını anlamak yerinde olacaktır.

 

Sekülerizmin Tanımı ve Kavramsal Çerçevesi

Temel bir soru ile başlamak gerekirse, ilk soru “Sekülerizm nedir?” olacaktır. Klasik tanımlara baktığımızda, sekülerizmin genellikle kilise ile devletin birbirinden ayrılması olarak tarif edildiğini görürüz. Bugün bir lise ya da üniversite öğrencisine “Sekülerizm nedir?” diye sorsak, muhtemelen vereceği cevap bu olacaktır. Daha geniş bir çerçevede ele alındığında ise sekülerizm, felsefe, bilim ve aklın, dinî otoritelerden bağımsız hale gelmesi olarak da tanımlanabilir.

Ancak meseleye daha derinlemesine baktığımızda, sekülerizmin yalnızca kilise-devlet ilişkileriyle sınırlı olmadığını, kutsal ve kutsal olmayan alanların ayrıştırılması süreciyle ilgili olduğunu görürüz. Sekülerleşme ile birlikte dinî olan; yalnızca “teoloji” ve ibadetlerle sınırlandırılarak  dar bir alana indirgenmiştir. Dinin bu şekilde inanç meselesine indirgenmesi oldukça modern bir olgudur. 16. yüzyıla kadar dünya genelinde, “din dışı bir alan” ya da “dinî alanın müdahil olamayacağı bir alan” gibi bir ayrım söz konusu değildir.

Modern dönemde sekülerizmin gelişimiyle birlikte, din artık yalnızca bireyin tanrı inancı ve ibadetleri ile sınırlandırılmış, günlük hayatın sosyal, kültürel ve hukuki alanlarına müdahil olma gücü zayıflatılmıştır. Bu dönüşüm, özellikle Hıristiyan Batı dünyasının tecrübesine özgüdür. Ancak moderniteyle birlikte bu Batı merkezli sekülerleşme anlayışı, küresel bir norm haline getirilmiş ve tüm medeniyetlere empoze edilmiştir.

Burada ilginç bir noktaya değinmek gerekir: İngilizce’de “din” kavramı için kullanılan “religion” terimi, aslında Hıristiyanlık bağlamında ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu terim, Batı’nın sekülerleşme süreciyle birlikte genelleştirilmiş ve tüm dinler için kullanılır hale gelmiştir. Oysa Çin gibi farklı kültürel ve düşünsel yapılara sahip medeniyetlerde, din kavramı, Batı’nın anladığı biçimde var olmamıştır. Örneğin, bir Çinli için “Konfüçyanizm bir din midir, bir ahlaki ve siyasi sistem midir, yoksa bir yaşam felsefesi midir?” sorunun kesin bir cevabı yoktur, çünkü Batı’nın kavramsallaştırdığı şekilde din-kültür ayrımı, Çin düşünce sisteminde çok daha farklı şekillenmiştir.

Sekülerizmin Kökenleri

Avrupa’nın düşünce tarihini, Hıristiyan Batı’nın kurucu isimlerinden olan Augustine (354-430) ile hesaplaşmanın bir ürünü olarak ifade etmek iddialı olsa da, yanlış olmayacaktır. Zira Roma’nın yıkılmak üzere olduğu dönemde Augustine, vahyî bilgiyi tek hakikat olarak konumlandırmış ve aklın, vahyî bir yönlendirme olmaksızın tam anlamıyla doğru bir Tanrı ya da ahlak düşüncesi geliştiremeyeceğini savunmuştur. Bu yaklaşımı ile aklı vahyin; devleti ise vahyî bilginin yeryüzündeki temsili olan kilisenin emrine veren Augustine, Avrupa’nın düşünce tarihinin seyrini belirleyen isim olmuştur. Her ne kadar aklı tamamen dışlama gibi bir amacı olmasa da, Augustine temelde enkarnasyon ve teslisi izah etme kaygısı taşımıştır. Bu sebeple, ilk günah fikrine sarılarak, hatta onu Hıristiyanlığın kalbine işleyerek, düşüş sırasında aklın hasar gördüğünü ve hakikate erişmede yetersiz kaldığını savunmuştur. Bu yaklaşım, vahyin üstünlüğünü pekiştirirken, aklı onun hizmetine indirgeyerek Hıristiyan vahyine muhatap olmayan toplumların yalnızca akılla doğru yolu bulamayacakları düşüncesini beslemiştir. Ortaçağ boyunca paganlık, putperestlik ve barbarlık kavramları, Hıristiyan olmayan dünyayı tanımlamak için kullanılmıştır. Ortaçağ skolastik düşüncesinin temelini atan ve Batı’nın felsefi mirasını biçimlendiren bu düşünür, modern sekülerleşme sürecine de dolaylı olarak yön vermiştir. Augustine’in düşüncesinde akıl ve vahiy arasındaki ilişki net bir biçimde tanımlanmıştır. Bu çerçevede Augustine’in inşa ettiği sistemin temel bileşenleri şunlardır:

    1. Vahyin üstünlüğü: Akıl, kendi başına doğruya ulaşamaz; ancak vahiy ile yönlendirilirse hata yapmadan hakikati bulabilir.
    2. İktidarın kiliseye tâbi olması: Kilise, yeryüzünde vahyin temsilcisidir; dolayısıyla siyasal otorite de kilisenin emirleri doğrultusunda hareket etmelidir.
    3. Hıristiyanlık dışındaki medeniyetlerin dışlanması: Vahye sahip olmayan toplumlar (Müslümanlar, Hintliler, Çinliler vb.), doğru bir tanrı ve ahlak anlayışına ulaşamazlar. Bu yüzden, bu toplumlar barbar, gayrimedenî ve hatta vahşi olarak nitelendirilmiştir.

Bu düşünce yapısı, Batı’nın dünya algısını kapalı ve kendi içine dönük bir yapı haline getirmiştir. Böylece 6. yüzyıldan itibaren Avrupa, âdeta büyük surlarla çevrili bir “şato”ya  dönüşmüştür. Bu zihniyetin en temel özelliği, Avrupa dışındaki dünyayı pagan, putperest ve ilkel olarak görmesidir. Hatta bu algı, 16. yüzyıla kadar Müslümanları dahi pagan olarak nitelendiren bir yaklaşımı beraberinde getirmiştir.

Thomas Aquinas dahi Müslümanları pagan olarak tanımlamış ve İslam’ı putperestlikle ilişkilendirmiştir. Bu da gösteriyor ki, Batı düşüncesinde sekülerleşmeye giden süreç, yalnızca bilimsel ilerleme ya da rasyonel düşüncenin gelişimiyle açıklanamaz. Aksine, bu süreç, Batı’nın kendi içindeki entelektüel çatışmaların ve dış dünyaya bakış açısının bir sonucu olarak şekillenmiştir.

Augustine’in belli kaygılarla geliştirdiği vahiy merkezli anlayışı; bir yandan Avrupa’nın kendi kapalı dünyasına çekilerek Ortaçağın başlamasına neden olurken, bir yandan da Hıristiyanlığın Batı’daki tarihi boyunca en büyük entelektüel sınırlayıcılardan birine  dönüştürmüştür. Vahyin otoritesi üzerinden iktidar devşiren kilise, gittikçe güç kazanmıştır. Bu düşünceye ilk itiraz, Endülüs’ten etkilenen Latin İbn Rüşdcüler’den yükselmiştir. Akıl ile vahyin birbirinden bağımsız iki bilgi kaynağı olduğunu savunan bu düşünce, Ortaçağ düşüncesinde derin bir sarsıntı yaratmıştır. Ancak bu sarsıntıyı yatıştıran, Thomas Aquinas (1225-1274) olmuştur. Aquinas, aklın Tanrı ve ahlak gibi konularda, vahiy olmadan da bazı hakikatlere ulaşabileceğini kabul ederken, Tanrı’nın mahiyeti gibi nihai hakikatlere ulaşmada yetersiz kalacağını belirtmiştir. Bu noktada, akıl ve vahiy arasında bir denge kurarak, ikisini birbirini tamamlayan unsurlar olarak yorumlamıştır. Augustine’e kıyasla, akla daha geniş bir alan tanıyan Aquinas, farkında olmadan, etkilerinin Avrupa’da olduğu kadar Çin’de de hissedileceği derin bir kırılmaya sebep olmuştur.

Bu değişim, Avrupa’da Rönesans düşünürlerinin Hıristiyan olmayan toplumların da akıl yoluyla Tanrı ve ahlak konusunda ilerleme kaydedebileceği düşüncesini benimsemelerine zemin hazırlamıştır. Aynı dönemde, Luther ve takipçileri ise, Aquinas gibi düşünürlerin Hıristiyanlığı akla güvenerek paganlaştırdığını savunarak, vahyî bilgiye dayanan Augustineci dünyaya dönüş çağrısı yapmış, ancak bu kez aklı tamamen kilisenin dışında bırakmayı önermiştir. Bu tartışmaların, entelektüel olduğu kadar, siyasi bir boyut da kazanması, kilise ve devlet arasındaki iktidar mücadelesini şiddetlendirmiştir. 16. yüzyıldan itibaren doruk noktasına ulaşan çatışma süreci kana bulanarak fakirlik, ölüm, açlık, veba ve sefaletle kendisini göstermiştir. Böylece Avrupa, kaos ve buhran dönemine girmiştir. Katolik kilisesi, düşmanları karşısında gücünü arttırmak ve buhrana son vermek adına yeni bir strateji benimsemiştir: “sonsuz evrene açılma.” Bu amaç doğrultusunda Papalık, Portekiz ve İspanya, sömürgecilik faaliyetlerini misyonerlerle desteklemiş, dünya genelinde Katolikliği yaymak ve halkların Roma’ya itaat etmelerini sağlayarak zenginliklerinden faydalanmak istemiştir. Farklı kültür ve medeniyetlerle ilk etkileşimi kuran misyonerlerin yazdığı raporlar, bu dönem, bir yandan Avrupa’nın ufkunu genişletirken bir yandan da Augustine’in vahiy merkezli dünyasını sarsarak seküler düşüncenin de temellerini atmıştır.

Çin’in Misyonerlere Açılan Kapıları

Bir  ellerinde Çinliler’i etkilemek için kullanmayı düşündükleri matematik ve fizik kitapları, diğer ellerinde İnciller’le birlikte Portekizli sömürgeci korsanların gemilerine binerek Çin’e yelken açan Cizvit misyonerleri, yol üzerinde Hindistan, Malezya ve Japonya’ya uğradıktan sonra Çin’e varmayı başarmıştır. Yolculukları boyunca karşılaştıkları milletler zihinlerindeki barbar ve putperest pagan anlayışını doğrulasa da, Çin’de karşılaştıkları dünya onları şaşkına uğratmıştır. Çin’in kapılarından içeri girmek için yaklaşık kırk yıl beklemeleri gereken misyonerler, bu süreçte Çince’yi öğrenmek ve kendilerini Budist rahipler olarak tanıtmak zorunda kalmışlardır. Ancak savaş, kıtlık, veba ve fakirlikle mücadele eden Avrupa’dan sonra Çin’de buldukları devasa büyüklükte bereketli topraklar, liyakate dayalı yönetim, barış, düzen ve istikrar onları fazlasıyla büyülemiştir.

Misyonerlerin Çin’de karşılaştıkları manzara şu şekilde olmuştur:

    1. Çin olağanüstü zengindir.
    2. Çinliler, Avrupa’nın aksine salgınlar ve iç savaşlarla perişan değil, aksine büyük bir düzen içinde yaşamaktadırlar.
    3. Çinliler Hıristiyan olmasa da son derece ahlaklıydılar.

Misyonerler, Avrupa’ya gönderdikleri raporlarda şu çağrıyı yapmıştır: “Buraya gönderecekseniz en eğitimli ve en ahlaklı rahipleri gönderin. Çinliler son derece disiplinli ve erdemli insanlar; onları etkilemek için yüksek ahlaki vasıflara sahip olmamız gerekiyor.”

Bu ifadeler, Batılılar’ın ilk kez kendi “medeniyet üstünlüğü” anlatısını sorgulamak zorunda kaldıklarını göstermektedir. Çin, Batı’nın alışkın olduğu “barbar”, “geri kalmış” ya da “düzensiz” bir toplum değildir. Başlarda Çinliler’in Hz. Nuh’tan kalma tevhit geleneğini devam ettirdiğini düşünen misyonerler, Çinliler’in kendi öğretilerinin Çinli olmayan atalara dayandırılmasından rahatsız olduğunu farkedince, bu durumu akılla açıklamak zorunda kalmışlardır. Aquinas’ın ifade ettiği gibi, Çinliler akılla vahyin getirdiği unsurlara ulaşmışlar ve vahye dayanmamasına rağmen yüzyıllar süren bir medeniyet inşa edebilmişlerdir.

Ancak Çinliler’in akıl sayesinde mükemmel bir ahlak anlayışı geliştirmesine rağmen, âlemi yaratan ve yöneten bir Tanrı fikrine sahip olmamaları, âleme içkin ancak şahsı olmayan bir güce inanıyor olmaları, misyonerlerde hayal kırıklığı yaratmıştır. Avrupa’nın güçsüzlüğü karşısında büyük bir üstünlüğe sahip olan Çinliler’le, ne dinî ne de fiziksel bir savaşa girmenin mümkün olmadığını bilen Ricci, Çin yönetiminin temel öğretisi olan Konfüçyanizm’i bir dinden ziyade bir felsefe, Konfüçyüs’ü ise Aristotales gibi rasyonel bir filozof olarak Avrupa’ya tanıtmıştır. Beş Klasik olarak bilinen metinleri Çinliler’in kutsal kitabı; bu metinlerde geçen Tian kavramını ise Tanrı’nın karşılığı olduğunu savunmuştur.  Çinliler için büyük önem arz eden atalara tazim ve belli ruhlara kurban sunma gibi dışarıdan bakıldığında bir Hıristiyan’a putperestliği çağrıştıracak pratikleri dinî değil, sivil ve siyasi bir kültür olarak ifade etmiştir. Ancak Çin’i monoteist, ahlaklı ve medeni pagan olarak sunan Ricci, ahlak ve kültürün kökenini din ve vahiy olarak gören anlayıştan uzaklaşarak Batı düşüncesinde yeni bir kavramın doğuşuna zemin hazırlamıştır: “Dinden bağımsız alan bir alan fikri.”

Ricci’nin çizdiği teist ve ahlaklı Çin portresi, Vatikan’da büyük bir heyecan uyandırmıştır. Ancak Ricci sonrasında Çin’e giden misyonerler, anlatılanlardan çok daha farklı bir dünya ile karşılaşmış, Çin yönetimi, toplumu ve karakterini şekillendiren üç temel öğretiden Konfüçyanizm’in tam bir ateizm ya da deizm olduğunu; daha çok halk arasında kabul gören Daoizm ve Budizm’in ise bir tür putperestlik olduğunu raporlamışlardır. Ricci’nin bu anlatımı Protestanlık karşıtı Aquinas ekolünü sevindirse de, bu söylemin beklenmedik etkileri sonraki dönemlerde ortaya çıkmıştır.

Çin’den Avrupa’ya: Aklın Özgürleşme Hikâyesi

17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan kaos ve buhrandan çıkış yolu arayışı, Aydınlanma düşünürlerinin bu kargaşanın kaynağını, aklın vahyin gölgesinde kalmasıyla bağdaştırmasına yol açmıştır. Aklın dünyevi meselelerle ilgilenmesi, vahyin ise teoloji ve ibadetle sınırlı kalması gerektiğini savunan deist düşünürler için Çin, ahlak ve siyasetin dinden bağımsız bir şekilde var olabileceğini; aklın vahiy olmadan da başarılı olabileceğini gösteren tehlikeli bir silaha dönüşmüştür. Bu görüş, din ve devletin ayrışmasının ötesinde, Avrupa’da kutsal ile profane (dinî ve din dışı) alanların birbirinden ayrılabileceği yönünde yeni bir düşünce biçiminin, yani sekülerizmin temellerini atmıştır.

Çin’e gönderilen bazı misyonerler, bu tartışmaların etkisi ile Çinlilerin aslında deist veya monoteist değil, ateist olduklarını iddia eden raporlar sunmuştur. Bu görüş, Pierre Bayle gibi ateizme yakın bir çizgide ilerleyen Aydınlanmacı düşünürler için güçlü bir argüman sağlamıştır.

Çin, yalnızca kilise ile devletin ayrışması düşüncesi açısından değil; aynı zamanda dini olmayan bir alan fikrinin icadı ve dinin yalnızca teolojiyle sınırlandırılması gerektiği anlayışı bakımından da Aydınlanma düşünürleri için bir hayalin tecessümü oldu. Başka bir ifadeyle, kutsal (sacred) ve profan (dünyevi) alanların ayrımı düşüncesinin doğuşunda Çin, ilham verici bir model olarak görüldü. Bu tecessüm, Augustine’in vahyî bilgiyi merkeze alan dünya görüşünü paramparça ederken akla da yüce bir otorite bahşetmiştir. Böylece 17. yüzyıl sonları ve 18. yüzyıl ortalarına kadar, Aydınlanma düşünürleri arasında Doğu’ya, daha özelde ise Çin’e hayranlık dönemi başlamıştır. Voltaire, Leibniz  gibi düşünürler tarafından Çin, Avrupa için bir örnek olarak gösterilmiştir. Çin’in akıl ve liyakati temel alan yönetim sistemi, Avrupa’nın modern dünyaya geçiş sürecinde kilit bir rol oynamıştır. Ancak, seküler düşüncenin zaferi ve modern Batı’nın yükselişiyle birlikte Çin’in bu tetikleyici rolü unutulmuştur. Bir zamanlar hayranlık uyandıran Doğu, artık işlevini yitirmiş bir araç gibi tarihin karanlık mahzenlerine terk edilmiştir.

Sonuç

Her ne kadar Çin ve Konfüçyanizm, seküler düşünceyi doğrudan inşa etmemiş olsa da, bu düşüncenin hayata geçirilmesinde dolaylı bir etki yaratmıştır. Avrupa’nın sekülerleşme sürecinde Çin, Aydınlanma düşünürleri için hem bir ilham kaynağı hem de bir paradigma kayması aracı olmuştur. Konfüçyanizm’in rasyonel ve etik yönelimi, devlet ile din arasındaki net ayrım, Çinli bürokratik meritokrasi sistemi ve toplumsal düzeni, Avrupa entelektüellerinin geleneksel Hıristiyan merkezli dünya görüşlerini yeniden değerlendirmelerine yol açmıştır.

Matteo Ricci ve Cizvit misyonerlerinin Çin’de yaptığı gözlemler, Avrupa’nın teolojik dogmalarını sarsmış, siyasi yönetimin ve toplumsal düzenin dinî otoriteden bağımsız olarak da inşa edilebileceğini ortaya koymuştur. Bu durum, Aydınlanma döneminde ateizm, deizm ve sekülerizm gibi düşünce akımlarının hız kazanmasına zemin hazırlamıştır. Hatta Voltaire ve Leibniz gibi düşünürler Çin modelini; akıl ve erdem temelinde şekillenmiş, dinî dogmalardan bağımsız bir toplumsal düzenin mümkün olduğuna dair güçlü bir  örnek olarak sunmuşlardır. Böylece Çin üzerinden geliştirilen söylemler, Avrupa’da seküler dünya görüşünün temelini oluşturan din-devlet ayrımı ve dini olmayan alan düşüncesinin kök salmasına önemli ölçüde katkı sağlamıştır.

19. yüzyıla gelindiğinde, Çin’in Batı düşüncesindeki rolü giderek göz ardı edilmeye başlandı. Avrupa’nın sanayi devrimiyle birlikte askerî ve ekonomik üstünlük kazanması, Doğu’ya duyulan hayranlığın yerini oryantalist ve evrimci yaklaşımlara bırakmasına neden oldu. Çin, “gelişmekte olan” veya “geri kalmış” bir medeniyet olarak algılanmaya başlandı ve Aydınlanma dönemindeki entelektüel katkıları unutturuldu.

Sonuç olarak, Çin’in Aydınlanma düşüncesi üzerindeki etkisi, modern düşünce tarihinin kültürlerarası ve ulusötesi doğasını vurgulayan bir örnektir. Batı’da sekülerizmin gelişimi, sadece Avrupa içindeki reformlar ve çatışmalarla açıklanamaz; aksine, Avrupa’nın dış dünyayla, özellikle de Çin gibi köklü medeniyetlerle kurduğu ilişkiler bağlamında ele alınmalıdır. Bu etkileşimlerin incelenmesi; modern düşünce tarihinin kültürlerarası ve ulusötesi boyutunu gözler önüne seren, entelektüel tarih yazımında uzun süre ihmal edilen “öteki”nin sesini duyuran ve ona hak ettiği yeri, itibarını ve tarihsel önemini geri kazandıran bir adım olacaktır.

Esra Çifci

Esra Çifci, 2008-2012 yılları arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladı. Aynı yıl, üniversitenin Dinler Tarihi bölümünde yüksek lisans eğitimine başlayarak “İslam ve Konfüçyanizm Bağlamında Konfüçyanist Müslümanların Doğuşu ve Gelişimi” (2015) başlıklı tez çalışmasını hazırladı. 2015 yılında Marmara Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri alanında doktora çalışmalarına başladı. Bu süreçte, Londra merkezli Muslim Council of Britain’da (2014) kısa süreli koordinatör yardımcısı olarak staj yaptı. 2017 yılında Doğu Asya dinleri hakkındaki araştırmalarını derinleştirmek üzere International Islamic University of Malaysia’da bulundu. 2018 yılında TDV İslam Araştırmaları Merkezi’nin (İSAM) Araştırmacı Yetiştirme Projesi’nde (AYP) katılan Çifci, 2019 yılında Şanghay’daki Fudan Üniversitesi’nde bir yıl Çince eğitimi aldı. Doktora döneminde “Konfüçyanizm’in Aydınlanma Dönemi ve Modern Batı Düşüncesine Etkisini” inceleyen Çifci, 2024 yılında 16. ve 18. yüzyıllarda “Konfüçyanizm’in Dinî Mahiyeti Tartışmaları” başlıklı tezi ile doktora çalışmasını tamamladı. Hâlihazırda University of North Carolina’da post doktora çalışmalarını yürütmektedir.

Esra Çifci

Esra Çifci, 2008-2012 yılları arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladı. Aynı yıl, üniversitenin Dinler Tarihi bölümünde yüksek lisans eğitimine başlayarak “İslam ve Konfüçyanizm Bağlamında Konfüçyanist Müslümanların Doğuşu ve Gelişimi” (2015) başlıklı tez çalışmasını hazırladı. 2015 yılında Marmara Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri alanında doktora çalışmalarına başladı. Bu süreçte, Londra merkezli Muslim Council of Britain’da (2014) kısa süreli koordinatör yardımcısı olarak staj yaptı. 2017 yılında Doğu Asya dinleri hakkındaki araştırmalarını derinleştirmek üzere International Islamic University of Malaysia’da bulundu. 2018 yılında TDV İslam Araştırmaları Merkezi’nin (İSAM) Araştırmacı Yetiştirme Projesi’nde (AYP) katılan Çifci, 2019 yılında Şanghay’daki Fudan Üniversitesi’nde bir yıl Çince eğitimi aldı. Doktora döneminde “Konfüçyanizm’in Aydınlanma Dönemi ve Modern Batı Düşüncesine Etkisini” inceleyen Çifci, 2024 yılında 16. ve 18. yüzyıllarda “Konfüçyanizm’in Dinî Mahiyeti Tartışmaları” başlıklı tezi ile doktora çalışmasını tamamladı. Hâlihazırda University of North Carolina’da post doktora çalışmalarını yürütmektedir.