Tıbbî Uygulamaların Ahlakî ve Dinî Boyutu
M. İhsan Karaman
2 May, 2024
Tıbbî Uygulamaların Ahlakî ve Dinî Boyutu
M. İhsan Karaman
2 May, 2024

Bilindiği gibi teknolojik gelişmeler hayatımızı çok hızlı bir biçimde değiştirmektedir. Bu hızlı değişim sadece günlük hayatta kullandığımız imkânları geliştirmekle sınırlı kalmayıp, değer yargılarımız ve yaşam biçimimizi de derinden etkilemektedir. Özellikle tıbbî teknolojinin bu açıdan ciddi bir şekilde değerlendirilmesi gerekir, çünkü bazı tıbbî uygulamalar doğrudan insanın kendisini değiştirmeye yönelik unsurlar içermektedir. Bu konuda değerli çalışmaları olan Prof.Dr.Kemal Sayar’ın şu ifadesi, konunun önemini çok güzel anlatmaktadır: “Birçok teknolojik gelişme insanın kullandığı aletleri değiştirirken biyomedikal teknoloji kullanıcının kendisini, insanı değiştirmek arzusundadır. Bu teknolojiler insana kendini yeniden yaratma yanılsamasını vermektedirler. Babil’in meşhur kulesi gibi genetik mühendisliği de cennete tırmanmak, Tanrıyla boy ölçüşmek sevdasındadır.”

Teknolojik gelişmenin mutlak iyi olduğu ön kabulü hem hekimleri mesleki uygulamaları sırasında hem de din görevlilerini bazı tıbbî uygulamalarla ilgili fetva verirken hataya düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Burada cevap aranması gereken temel soru şudur: “Ahlakî değerler mi teknolojik uygulamaları anlamlı kılar? Teknolojik uygulamalar mı ahlakî değerler üretir?” Geleneksel kültürlerde, her şeyin temelinde yer alan bir varlık telakkisinden yola çıkılarak sonunda teknolojik gelişmelere kapı açıldığı; buna mukabil, modern kültürde teknolojik gelişmelerden hareketle bir değer yargısı ve nihayet varlık telakkisi üretildiği dikkate alınırsa, doğru cevabı bulmak kolaylaşacaktır.

İslam’ın temel prensipleri ve tarihî birikimi ile ilgili yeterli eğitimi almamış bir hekim, kimi tıbbî önerilerini tereddütle karşılayan hastasını anlayamazken, tıbbî uygulamaların tüm arka planını bilmeden İslam’ın görüşünü bildiren din görevlisi de saygınlığını kaybedebilmektedir.

Hekim-Din Adamı İlişkisi
Günlük hayatımızda hekimlere sorulması gereken bazı soruların din görevlilerine, din görevlilerine sorulması gereken bazı soruların ise hekimlere sorulduğuna şahit oluyoruz. Oysa ne hekimler ne de din görevlileri tüm bu soruları cevaplayacak bilgileri rutin eğitimleri sırasında edinmiyorlar. Bu konuda tarihten bir örnek Osmanlı dönemine aittir. Osmanlı medrese sisteminde kişi en üst kademeyi bitirmeden hekim yetiştiren medreseye gidemiyordu. Hekim bu şekilde öğrendiği bilgi ve uygulamaların kendi inanç sistemi açısından değerlendirmesini yapıp hastalarına aktarma şansına sahip oluyordu. Günümüzde her alanda hızla artan bilgi ve belli bir alanda özelleşme gereği disiplinler arası bilgi alışverişi ve istişareyi gerekli kılmaktadır. Şu halde, bugün, “Teknolojiyi kullanan hekim ile değer üreten âlim (din adamı) arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap ararken, üniversite, sivil toplum kuruluşları ve Diyanet İşleri Başkanlığı arasında dinamik bir istişare mekanizması kurulmasının uygun olacağı sonucuna varılabilir. Bunun en önemli gerekçesi şudur: Âlim, tıbbın alanına giren bazı soruları fer’i bir mesele olarak ele aldığında yanlış sonuçlara ulaşabilir. Burada, basit fakat yaygın bir örnek vermek gerekirse, tüp bebeği hatırlayabiliriz: Din adamına tüp bebeğin dinî hükmü sorulduğunda, evli çiftten meydana gelmek, ebeveynin ortak rızası ve sağlığa zarar vermeme şartları gerçekleşiyorsa tüp bebek uygulaması meşru ve caizdir, şeklinde bir cevap gelecektir. Halbuki bütünü görerek teknolojik gelişmelerin nasıl bir insan modeli ve değer üreteceğini bilmek gereklidir ki, bu da ancak karşılıklı bilgi alışverişi ve istişare ile gerçekleşebilir. Nitekim dünyada da göreceli olarak yeni ve hızla gelişen bir alan olduğu için birçok açıdan tartışılan infertilite (kısırlık) gibi konulardaki yayınlarda, farklı dinlerin uygulamalara bakışına yer verilmektedir.

Tıbbî Bir Konuda Fıkhi Hüküm Verilirken Göz Önüne Alınması Gereken Hususlar
Din görevlilerine sorulan tıbbî içerikli bazı sorular (hastalık hallerinde ibadetlerin ifası, tedavi uygulamalarının ibadetlere etkisi vb.) ciddi bir tıbbî bilgi birikimini gerektirmediği gibi temel dinî eserlere başvurularak da kolayca cevaplanabilir niteliktedir. Tıbbî teknolojik gelişmelere paralel olarak birçok insanın hayatını etkilemeye başlayan bazı uygulamalarda ise durum oldukça karmaşıktır.

Birçok din adamında var olan “İslam bilimle çatışmaz” ön yargısı, o anda hâkim olan tıbbî-bilimsel görüş lehine, bazı İslami temel verileri yanlış yorumlama veya tevil etme yanılgısını doğurmaktadır. Din adamlarının bildirdiği birçok görüş tıbbî bilgilere dayanmaktadır ve tıbbî bilgiler bir yandan hızla gelişirken, bazan da yapılan araştırmalar zaman içinde birbiriyle çelişen sonuçlar ortaya koyabilmektedir. Yakın zamana kadar tıp çevrelerinde değeri bilinmeyen anne sütünün, son yıllarda revaç bulması ve özellikle hayatın ilk altı ayında eşi bulunmaz ve ilaveye gerek bırakmayan bir gıda olduğunun vurgulanması buna iyi bir örnektir. Ayrıca, bilimin siyasal veya ekonomik hegemonyaya kolayca alet edildiği günümüzde, “modern bilimsel görüş” olarak sunulan birçok verinin arka planında objektif bilimsel kriterlere uymayan ya da art niyetli araştırma ve planlı oyunların bulunduğu sıkça rastlanan bir durumdur.

Mutlak olmayan veriler üzerine verilen hükümler ve fetvaların, bu konudaki bilgilerin değişmesi ile durumu ne olacaktır? Bazı eski kaynaklarda bebeğin hareketlerinin hissedilmeye başlandığı 4. gebelik ayı (120 gün) ile yaratılışla ilgili âyet ve hadislerdeki ruh üflenme hadisesinin irtibatlandırılarak bu döneme kadar kürtaja izin verilmesi buna güzel bir örnektir. O dönemde tıbbî bilgilerin yetersizliği nedeniyle bebeğin belli bir gelişme aşamasında ruh üflenmesiyle canlandığı ve o dönemden sonra müdahale edilemeyeceği kabul görmüştü. Günümüzde gelişmiş tıbbî teknoloji sayesinde döllenme anından itibaren canlı olduğunu bildiğimiz embriyonun 22. günde atmaya başlayan kalbini 25-27 günlükken ultrasonografi ile görebiliyoruz.

Tıbbî teknolojinin mümkün kıldığı birçok uygulamanın ahlakî ve dinî boyutu tüm dünyada tartışılmaya devam etmektedir. Tıbben yapmaya muktedir olduğumuz kimi uygulamalar aslında ahlakî/dinî olarak doğru olmayabilir. Bu durumda en azından söz konusu uygulamaya muhatap olan kişiler doğru bilgilendirilip onayları alınmalıdır. Bu konuda yine Kemal Sayar’ın dediklerine bir kulak verelim:

“Biyolojinin krallığı hayatlarımıza beşikten mezara kadar el koymuş durumda. Gelişen gen teknolojisi, sınırları daha bir silikleştiriyor ve müdahale sürecini beşiğin de öncesine, ana rahmine taşıyor. Modern bilimin “tabiat üzerinde tahakküm” fikri, biyoloji ve gen mühendisliğinde, doğrudan hayatın binlerce yıllık akışına bir müdahale şeklinde karşımıza çıkıyor. Doğanın nesnel olduğunu söyleyen ve gerçek bilginin yegâne kaynağı olarak mantıkla tecrübenin evliliğini gösteren basit fikir, yeni biyolojiye geniş bir iktidar sahası açarken ruhu krize itiyor.”

Tartışmalı Konulara İki Örnek:

Klonlama
227 denemeden sonra 1997 yılında koyun Dolly doğdu. Bu gelişme her inanç ve meslekten birçok kişinin insan klonlanması ile ilgili tartışmaya başlamasına yol açtı. Dolly’nin klonlanması sırasında 3 farklı koyun kullanılmış, bunlardan birisinden alınan yumurta hücresinin çekirdeği çıkarılarak diğer koyunun memesinden alınan bir hücre ile aynı ortamda tutulup meme hücresinin genetik materyali yumurta hücresi içine aktarılmıştı. Döllenmiş yumurta hücresi gibi bölünerek çoğalmaya başlayan bu cenin 3.bir dişi koyunun rahmine yerleştirilmişti. Böylece insanlık tarihinde, bir canlının üremesi için, ikinci bir canlının hücresine ihtiyaç duyulmayan yepyeni bir süreç meydana geliyordu.

Klonlama yöntemi; biyoteknik ve temel tıbbî araştırmalarda, tedavi amaçlı, hastalıkların önlenmesi ya da iyileştirilmesinde, normal yollarla anne-baba olamayan bireylerin çocuk sahibi olmasında, bilimsel araştırmaların ve çalışmaların uygulanması için gerekli genetik özellikleri taşıyan canlıların, iyi cins hayvanların ve tarım çalışmaları için özel tohumların üretilmesinde kullanılmaktadır. İlk bakışta, bunun insanlık için ne kadar önemli ve gerekli bir çalışma olduğu düşünülebilir. Fakat klonlama deneylerinin bilim gündeminde oluşturduğu değişimlerin sosyal, ahlakî, dinî ve felsefi boyutları göz önüne alındığında, geri dönüşü olmayan pek çok problemin de taşıyıcısı olduğu görülmektedir.

Benzer bir teknikle insan klonlanması mümkün hale gelirse bunun yapılması dinen ve ahlaken doğru mudur? Bu durumda aile bağları ile ilgili ortaya çıkacak problemler nasıl halledilecektir? İnsan-tabiat-Yaratıcı ilişkisi klonlama bağlamında nasıl tanımlanacaktır? Klonlama ile gelen aile bilinci yıkımı, insanın tek tipleşmesi, kadının laboratuvarda meta olarak kullanımı, nesebin belirlenmesi ve miras hakkı gibi hukuki sorunlar nasıl çözümlenecektir? İnsanın bir hemcinsini kendi irade ve eylemiyle “var etme” hakkı, dinî ve sosyolojik açıdan kabul edilebilir mi?

Doğum Öncesi Tanı (Prenatal Tanı) ve Anomalili Bebeklerin Tahliyesi
Özellikle ultrasonografinin kullanım alanına girmesi ile anne karnındaki bebeklerin büyüme-gelişmelerinin izlenmesi ve sağlıklı olup olmadıklarının tespiti kolaylaşmıştır. Yardımcı bazı testlerin de geliştirilmesi ile gelişimsel bir anomalisi veya hastalığı olan bebekler gebeliğin ilk veya ikinci üç aylık döneminde tespit edilebilmektedir. Maliyet/yarar hesabı (cost effectiveness), yaşam kalitesi, ailenin hasta bir insana bakmakla yükleneceği sıkıntılar, genetik geçişli hastalıkların azaltılması gibi gerekçelerle tespit edilen hastalığın tedavi şansı düşük veya yok ise aileye gebeliğin sonlandırılması önerilir(!). Ailenin dinî ve ahlakî hassasiyetleri hekim tarafından kimi zaman dikkate bile alınmaz ve anomalili bebek taşıyan annelerin bir kısmı yeterli bir gebelik takibinden bile mahrum kalır. Doğduktan sonra herhangi bir sebeple hastalanan veya sakat olan çocukların bakım ve tedavisine trilyonlarca dolar harcayan modern tıp, aynı hastalık anne karnında saptandığında, birdenbire tavır değiştirmekte ve belki de ailenin en değerli varlığı olabilecek bir canlıyı yok etme önerisiyle çıkagelmektedir. Aileye yapılan teklifte yine “öldürme” yerine “sonlandırma” tabirinin kullanılması; sapasağlam doğmuş ve yaşayan milyonlarca masum çocuğa teknolojinin ürünü her türlü silahla ölüm kusan veya onları sakat bırakan gücün aynı “modern dünya” olması konunun dikkatle tartışılması gereken diğer yönleridir.

Sonuç
Teknolojiyi üreten bilim, bu çabası sırasında en önemli hedefin insana ve tabiata hizmet olduğunun bilinciyle hareket etmeli, bunun için de geleneksel kültürlerde olduğu gibi makrokozmos-mikrokozmos dengesinin en hayati öğesi olan ahlakî arka planı ve varlık telakkisini göz ardı etmemelidir.

Bu bağlamda, tıbbî teknolojilerin hızla gelişmesi nedeniyle hekimler ve din adamlarının düzenli istişareler ve ortak eğitim çalışmaları ile bilgi alışverişinde bulunması son derece yararlı olacaktır. Ülkemizde son yıllarda bu tür multidisipliner çalışmaların güzel örnekleri görülmektedir. Bunlar arasında İSAR Vakfı Tıp ve Ahlak Çalışma Grubu ile Beşikçizade Tıp ve İnsani Bilimler Merkezi sayılabilir. İSAM tarafından hazırlanmaya başlayan Biyoetik Ansiklopedisi ise tıp etiği, tıp hukuku ve biyofıkıh konusunda belki de İslam dünyasında ilk olacak kapsamlı bir tecrübeyi oluşturmaktadır.

İSAM Bülteni‘ne

Abone Ol!

İSAM Bülteni‘ne

Abone Ol!