Sene 2003 olsa gerek. On üç yaşlarındayım. Bugün fotokopi servisi olan yerde o vakitler çay ocağı var. Tenekeden bir sebil, birkaç okur, fısıltılar. Sehpada sarı jelatin paketinden çıkmış tuzlu bisküviler var ve bugünün aksine bir anda bitmiyorlar; bayatlıyor, eskiyorlar… Lise sınavlarına hazırlanıyordum. Mehmed Niyazi Hoca ve dostları oturmuşlar. Beni görüyor. Baklava ikram edip kim olduğumu soruyor; söylüyorum. Ben adını sormadım. Sonra babam söyledi. Ve ekledi “Çanakkale Mahşeri’nin yazarı.” Roman bizim muhitlerde çok konuşuluyordu o zaman. Ben ilk defa bir romancı görüyorum. Senin benim gibi bir adam. Yavaş yürüyor biraz. Gözlerinde dikkat mayası var. Onun haricinde herkes gibi. Çanakkale Mahşeri’ni sormak istiyorum ama konuyu açmaya çekiniyorum. Yine çay ocağında otururken ben Çanakkale Mahşeri’ni zikrediyorum. Sanki başkasının kitabıymış gibi. Sanki konu buraya rastgele gelmiş gibi.
“Çanakkale Mahşeri’nin yazarı kim?”
“Sizsiniz galiba.”
Gülüyor. Birilerinin bana sufle verdiğini anlıyor. “Kim dedi sana?” Türkçe öğretmenim demişti muhakkak oku, diye. Kitabın ismi aklımda kalmış ama Mehmed Niyazi ismini unutmuştum. Hikâyemi şöyle bitiriyorum. “Sonra öğretmenim sizin adınızı söyledi.” Hoca içten gülüyor. Çünkü adını bilmediğimi ya da unuttuğumu anlıyor. Ben de onun anladığını anlıyorum. İçimden “İnşallah adım ne diye sormaz” diye yalvarıyorum Allah’a. Ama hoca beni rencide etmiyor. Sormadı. Sormamıştı. Sormuyor. Yıllar içerisinde şahit olacağım nezaketinin ilk emaresi. Sonra arkadaşız. Gerçekten arkadaş.
Kütüphanenin en yaşlı insanıyla en genci. Yan yana çaya iniyoruz sürekli. Bana bir sürü isim takıyor. Bir tanesi Hurşit, Farsça güneş. Büyük adam diyor bazan. “Büyük adam olmazsan eşekliğindendir” diye de üstüne basa basa tekrar ediyor. Asansör beklerken (O zamanlar da bekleniyordu) insanlar bize bakıyor. Dedim ya, en yaşlıyla en genci. Babamın arkadaşları bana “Mehmed Niyazi’nin müridi” diyor. “Mürşidin nasıl?” diye sorular geliyor amcalardan.
Hep havalı. Herkes konuşuyor ama en güzel sözler onda. Akyazı’daki bir deliyle başlıyor, Bismarck’a geliyor. Teşbih, belagat, mübalağa, mecaz… Okulda öğrendiğim tüm anlatım sanatları onda cisimleşmiş gibi. Mecliste en son o konuşuyor. İki şekerli çayı. Artık ezbere biliyorum. Herkesi güldürüyor. Hikâye anlatırken izlediği yolların nereye varacağını kestirmek güç. Ama çok şakacı. “Büyük adam olacaksın” diyor sürekli. Büyüyorum. “Ben senin yaşındayken böyle yazamıyordum” diyor. “Sizin hocanız Mehmed Niyazi değildi” diyorum. Tebessüm ediyor. Hep kibar. Onun gibi olmak istiyorum.
Bir gün iki kâğıt veriyor elime. “Oku bakalım hangisi güzel?” Okuyorum. “Şu” diyorum, çok da düşünmeden. Diğerini yırtıp atıyor. Sonra Yemen Ah Yemen romanı çıkıyor. Epigrafa bakıyorum: Benim seçtiğim. Yaşım on dört. Güveniyor. On dört yaşında bir çocuğa güveniyor. Güvenin kazanılması gereken bir şey olmadığını, o yaşta öğretiyor.
Ben de şımarıyorum bazan. Kan üzümü ve tükenmez kalem alıyorum ona. “Hocam” diyorum, “Sizin romanlarınızda benim de çok katkım var değil mi? Üzümü ben alıyorum size.” Gülüyor ve başını sallıyor. “Sen benim evladım gibisin” diyor bazan. Hastanede ziyarete gittikçe bilhassa. İlk defa trene biniyorum. Yedikule’ye gidiyorum. Kolonya almışım. Teşekkür ediyor. Kolonyayı benim akıl edemeyeceğimi biliyor. Belli ki anne ya da baba söylemiş. Sormuyor. Ben yine anlıyorum gözlerinden.
Yirmi yaşlarımın başı. Bir öykü yazıyorum. Ama utanıyorum okutmaya. Masasına bırakıyorum. On sayfa bir şey. Birkaç gün sonra yemekte karşılaşıyoruz. “Hocam okudunuz mu öykümü?” Donup kalıyor. “Sen mi yazdın?” Elimi sıkıyor. Hayret etmiş kalemime. Hayretine şaşıyorum. Hani ben büyük adam olacaktım? Şimdi anlıyorum ki o bende belki de hiç cevher görmemiş. Sevdiği için görmek istemiş. O bana inandığı için ben de kendime inanıyorum.
Onun gibi yazmıyorum ama onun gibi konuşuyorum. Ders anlatırken hep bir mübalağa. Ben Akyazı’yı bilmem. Ama konudan konuya atlıyorum. Küçük misallerle büyük meseleleri bağlamaya çalışıyorum. Onun gibi olamıyorum. Bazı yazdıklarımı çok beğenmiyor. “İlk yazdığın çok güzeldi.” Bir ayçiçeğinin sahibesine aşkı. Yapış yapış gençlik kokuyor. Hoca en çok onu seviyor.
Yaşlanıyor. Çay ocağı şimdiki yerinde. Merdiveni çıkarken birisi bir şey anlatıyor. Yarı yolda nefeslenmek için duruyor. Çok yorgun. Adam hâlâ konuşuyor. Niyazi Hoca bastonuna dayanıp adamın yüzüne bakıyor, tebessüm ediyor. En yorgun halindeyken bile ince. Yarım yamalak nefeslerin arasında göz teması kurma ihtiyacı hissediyor. Kalemim yetmiyor, o bakışı tarif edemiyorum.
Benden kitap istiyor. Kitapları hemen bulup getiriyorum. Yirmi yıl önce de köşe masada oturuyorum. Arkamdan sessizce geliyor. Bir kâğıda yazmış. T813, T811, Tbilmemkaç… Frankfurt Seyahatnamesi’ni oku, diyor okuyorum. Refik Halid Karay’dan Sürgün’ünü oku. “Tamam hocam.” Ve tabii Peyami Safa. Her kitabını tavsiye ediyor. Döne döne okuduğum bütün yazarları ilk ondan duymuşum. Tutunamayanlar’ı okuyor. “Seksen sayfadır hiçbir noktalama işareti yok.” Yüzünü ekşitiyor.
İki Dünya Arasında romanında Hildegard var. Bir de Ayhan. Almanya’da tanışıp kavuşamayan iki gencin hikâyesi. Romanın epigrafı muazzam:
Dünyamızda Hildegard, Margaret, Ayhan
gibi pek çok genç yaşamaktadır.
Aşkları onları güzelleştirirken
Yalnızlıkları acılarını arttırır.
Kimsesiz gecelerinde sırdaş olsunlar diye
bu talihsiz üç gencin hikayesini anlattım.
Kelimelerin, hikâyelerin ve Ayhanların arkasına gizleniyor hoca. Sürekli. Ayhan’ın kavuşamadığı kız Hildegard İstanbul’a geliyor. Romanda değil, gerçekte. “Hildegard’ın kızı var. Ata biniyor. Çok güzel bir kız. Sizin onunla ne güzel çocuklarınız olur” diyor. Ayhan’ın yaşanmamışlıklarına ben de karışıyorum…
Son yıllarında ibadetin tadına varıyor. Dostları azalmış değil. Çay ocağına yine iniyorum. Bazan durup kendini savunur gibi, “Beni ırkçı sanıyorlar” diyor. Çay ocağında eski dostları. Beni de çok seviyorlar. Hak etmediğim kadar çok. Sessizce gidiyor mescide. Masasından kalkıp, bir hayalet gibi. O hâlâ en yaşlı ama ben artık en genç değilim. Bazan kızdırıyorum onu. Menderes’e laf atmış bir köşe yazarını ispiyonluyorum. Küfrediyor. Çok güzel ve içten küfrediyor. Küfür nedir bilmeyen en mutaassıp dostları bile onun küfretmesinden sonsuz haz alıyor. Hoyratlık bir tek kibar ruhlarda güzel duruyor.
Eskisi kadar kan üzümü yemiyor. Eli yorgun. Bileklik takıyor. Bir şiir yazmış. Bana okutuyor. “Güzel değil” deyip atmam için bana veriyor. Üzeri karalanmış bir yığın satırın arasında bir tanesi okunaklı: “Yıllar yüzüme çizgiler sermiş.” Kâğıdı atmıyorum. Kafka’nın uğradığı hainliğin bir benzerini Mehmed Niyazi Hocama ben yaşatıyorum. Sadece Max Brod anlıyor beni.
Geride gözü yaşlı çok insan bırakarak ayrılıyor. Ve iz bırakıyor. Yaşarken bırakıyor. Öldükten sonra da. Ölümünün belki beşinci senesi. Birisi ayaklarını hafif sürüyerek arkamdan geçiyor. İstem dışı arkama dönüyorum. Halime ürperiyorum.