Yeni Siyer Anlayışı
Kutlu Hayattan Çizgiler
 
			Ahmet Özel
Yeni Siyer Anlayışı
Kutlu Hayattan Çizgiler
 
			Ahmet Özel
Read in English
(The English translation was done with the help of AI)
İslam’da Hz. Peygamber’in (s.a.v.) önemi sadece ilahî mesajı insanlığa ulaştırmasında değil, “Ant olsun ki Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 33/21) mealindeki âyette de ifade edildiği üzere bu mesajda sunulan ideal insan (insan-ı kâmil) modelinin nasıl gerçekleştirileceğini yaşayışıyla bizzat göstermesindedir. O, hayatının bütün safhalarında hem en derin manevi tecrübenin hem en mükemmel sosyal hayatın ölçüsünü ortaya koymuştur. Hz. Aişe’ye Allah resulünün ahlakı sorulduğunda, onun ahlakının bizzat Kur’an olduğunu söylemesi de bu gerçeğe işaret eder.
O karakter, ahlak, arzu ve eğilimleri farklı olan bütün insanlara bir rehber olarak gönderildiğinden onların bütün ferdî ve sosyal ihtiyaç ve sorunlarına cevap verecek, bu konularda kendilerine rehberlik edecek bir ruhî ve fikrî olgunlukla donatılmıştı. Resûlullah’ın bütün bu yetenek ve vasıflarıyla birlikte herhangi bir insan gibi yaşadığı ve tabiatüstü özelliği bulunmayan bir insan gibi diğerlerince izlenebilecek örnek bir hayat sürdüğü şüphesizdir. Aksi halde onun hayatı yukarıda işaret edildiği üzere insanlık için mükemmel bir örnek teşkil edemezdi. Hz. Peygamber’in insanlık tarihinde siyasî, hukuki, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu beşerî kılavuzluk ve önderlik misyonunun bir gereğidir.
Allah resulünün (s.a.v.) hayatı, bizzat insanın beşerî konumu/zaafları aşılmadıkça üstesinden gelinemeyecek olan bütün sosyal, siyasal, ekonomik, cinsel istekler arasında denge ve ahengi temsil eder. O bir peygamber, devlet başkanı, lider, kumandan, hâkim, öğretmen, tüccar, aile reisi, baba, komşu, dost ve arkadaş, hatta düşman olarak bütün maddi ve manevi yönleriyle insanlığa örnek teşkil etmiştir.
 
			Hulûsi Efendi’nin ta‘lik hilye-i şerif levhası
(Ekrem Hakkı Ayverdi hat koleksiyonu)
Hz. Peygamber’in siyer ve hadis kaynaklarında yer alan hayat hikâyesi Kur’an’ın sunduğu çerçevenin bir açılımı olup ilahî mesajın hayata yansımasını, uygulanma ve diğer insanlara örnek teşkil etme imkânını göstermektedir. İlk siyer kaynaklarında Hz. Peygamber’in hayatı genel olarak sade, gerçekçi ve abartmalardan uzak bir üslup içerisinde takdim edilmekle birlikte az da olsa tarihî gerçekliği son derece şüpheli olay ve kıssaların, İsrâiliyat türü bilgilerin ilk örneklerine de yer verilmiştir. Sonraki müelliflerin eserlerini telif ederken içinde bulundukları dinî ve fikrî ortam, sosyal ve siyasal şartlar çerçevesinde özel hedefler gözeterek peygamber sevgisinde aşırıya gitmek, onu olduğundan fazla yüceltmek, kendi fikrî ve dinî söylemlerine dayanak bulmak gibi farklı amaçlarla mevcut siyer malzemesini değiştirmeleri veya yeni eklemeler yapmaları bu tür bilgilerin sağlıklı bir şekilde ayıklanmasını giderek zorlaştırmıştır. Bu gelişmenin doğal bir sonucu olarak gerçekliğin yerini kurgu almış, Hz. Peygamber de artık örnek alınmaktan çok bir sevgi ve hayranlık odağı haline, tarihin konusu olmaktan çok edebiyat ve sanatın konusu haline getirilmiş, bu kültür etrafında çeşitli edebî türler teşekkül etmiştir.
19. yüzyıldan itibaren Batı’daki akılcı ve pozitivist bilim anlayışı ve oryantalizm çalışmalarının etkisiyle İslam dünyasında diğer dinî ilimler yanında siyer geleneğinde de yeni bir dönem başlamıştır. Batı’da bazı istisnalar dışında İslam’a ve Hz. Peygamber’e yönelik yalan, saptırma ve iftiraya dayalı geleneksel yaklaşım yanında bu yüzyılda Hz. Peygamber’in hayatını ilk kaynaklara dayanarak inceleyen oryantalistlerin söz konusu eserlerdeki bilgilere ilişkin eleştirileri özellikle bunların sıhhati konusunda tartışmalara yol açmıştır. Bu dönemde kimi araştırmacılar siyer ve hadis kaynaklarının bütününe yönelik ciddi şüpheler uyandırmaya çalışırken kimisi de ilmî yöntemlerle bu eserlerdeki sağlıklı bilgileri tespit etmenin ve Hz. Peygamber’in güvenilir bir portresini ortaya koymanın mümkün olduğunu dile getirerek orta bir yol izlemeye çalışmıştır.
 
			Ahmet Özel İSAM Kütüphanesi’ndeki çalışma masasında
Bir kısmı Doğu dillerine tercüme edilen bu çalışmalar fazla geçmeden Batı etkisinde düşünce ve hayat tarzları giderek değişmeye başlayan; Batı’daki bilimsel ve teknolojik ilerlemenin sağladığı askerî, siyasî ve ekonomik üstünlük karşısında ıslah, ihya ve tecdit çabaları içine giren müslüman toplumlarda yankı bulmuş ve bu süreçle birlikte siyer geleneğinde yeni bir dönem başlamıştır. Aralarında bir takım üslup ve yaklaşım farklılıkları bulunsa da Hindistan’dan Türkiye ve Mısır’a kadar birçok ilim adamı Hz. Peygamber’in hayatını kıssalar, mucizeler ve menkıbelerden arındırarak Kur’an ile sahih hadis ve siyer malzemesinin ışığında onu tekrar tarihî kimliği içerisinde sunmaya, tebliğci, ahlakçı, ıslahatçı ve mücadeleci kişiliğiyle öne çıkarmaya çalışmıştır.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de değişik coğrafya ve kültürlere mensup müslümanlar Hz. Peygamber’i tanımak ve tanıtmak amacıyla yaşadıkları ve yetiştikleri çevrelerin de etkisiyle farklı muhteva ve üslupta, farklı tasavvur ve bakış açılarını yansıtan eserler kaleme almaya devam etmektedirler. Burada önemle gözetilmesi gereken, doğru ve muteber kaynak ve rivayetlerden hareketle Kur’an’ın ve sahih sünnetin ruhuna hiçbir şekilde aykırı düşmeyecek bir peygamber portresinin, bir Allah elçisi ve mükemmel insan resminin ortaya konulmasıdır.
Hz. Peygamber’in hayatının tamamen mucizelerle örülü anlatımından hareketle içinde bulunduğu toplumu çeyrek yüzyılı bulmayan kısa bir süre içinde dinî, fikrî, sosyal ve siyasi bakımlardan nasıl dönüştürdüğünü anlamak ve anlatmak mümkün değildir. Onun anlaşılması ve anlatılmasında, zihinlerde doğru bir peygamber tasavvurunun oluşmasında Kur’an’ın belirlediği çerçeve esas alınmalıdır. Esasen Hz. Peygamber’in hayatı ve tebliğ ettiği ilahî mesaj doğrultusunda yaşadığı toplumu inanç, düşünce ve yaşayış bakımından dönüştürmesi, insanlık tarihi boyunca hiçbir ıslahatçının ortaya koyamadığı olağanüstü bir başarıdır. Bu durum tek başına, onun Allah’ın elçisi olduğunu ispat etmeye yeter. Nitekim geçmişte Câhiz, Mâtürîdî ve Kādî Abdülcebbâr gibi âlimler de onun hayatının başlı başına bir mucize olduğunu dile getirmişlerdir.
Günlük hayatta düzenli Kur’an okuyan birinin aylarca ve belki yıllarca fark etmediği bir âyeti, bir gün beyninin kıvrımlarına, kalbinin ve ruhunun derinliklerine elektrik çarpmasına benzer şekilde fark ederek ürpermesi gibi bu ilahî mesajı bize aktaran, onu harfi harfine ruhuna sindiren o yüce insanın hayatını okurken de kişi bazan benzeri bir durumla karşılaşabilir, onun bir davranışı, duruşu ve sözüyle çarpılabilir. “Artık bu kadarı da olmaz; bunu sıradan bir insan düşünemez, söyleyemez, yapamaz!” diyebilir. Onu yakından izleyen ashabın sık sık tanık olduğu bu tür durumlarla karşılaştıkça Allah’ın elçisine olan hayranlığı daha da artar. Okuyucu onun hayatına nüfuz etmeye çalışırken o kendisine nüfuz etmeye başlar, onu derinden etkileyerek sarar, kalbini ve ruhunu aydınlatarak huzura kavuşturur. Ancak hem Kur’an’ın hem onu insanlığa tebliğ eden yüce insanın bereketinden bu şekilde nasip alabilmek için her ikisini de okurken ön yargılardan uzak olmak, son derece samimi bir niyet taşımak gerekir.
Burada Allah’ın elçisinin hayatını okurken kalbimize değen, bizi derinden sarıp ruhumuzu aydınlatan davranış ve sözlerinden sınırlı ve çarpıcı bazı örneklere yer verilecektir:
Af ve Bağışı
Kureyş’in Benî Esed b. Abdüluzzâ kolundan olan Hebbâr b. Esved’in kardeşleri Akîl b. Esved ile Zem’a b. Esved ve bunun oğlu Hâris b. Zem’a Bedir’de öldürülmüştü. Hebbâr İslam’a düşmanlıkta başı çekenler arasında yer almış, şiirleriyle Hz. Peygamber’i ve müslümanları hicvetmişti. Bedir Gazvesi’nden (2/624) bir ay kadar sonra Hz. Peygamber’in kızı Zeyneb’in Mekke’den Medine’ye gitmek üzere yola çıktığını öğrenince Nâfi‘ b. Abdükays ile birlikte peşlerine düşerek Mekke çıkışındaki Zûtüvâ’da kendilerine yetişmiş, mızrağıyla deveyi ürkütmesiyle Hz. Zeyneb bir kayanın üstüne düşerek kaburga kemiği kırılmış, hamile olduğu çocuğu da düşürmüş ve ölünceye kadar bu kırığın acısını hissetmişti.
Bu olay üzerine Hz. Peygamber bir seriyye yollayarak Hebbâr ile Nâfi‘in yakalanıp öldürülmelerini emretmişse de giden birlik onları bulamadan geri dönmüştü. Hebbâr, Mekke’nin fethedildiği gün yakalandıkları zaman öldürülmeleri emredilen on kişi arasında yer aldı, fakat ele geçirilemedi. Bir süre sonra müslüman olmaya karar vererek o sırada Huneyn ganimetlerinin dağıtıldığı Ci‘râne’den Medine’ye yeni dönmüş bulunan Hz. Peygamber’in yanına geldi.
Hakkındaki öldürülme kararı bulunduğu için Mescid-i Nebevî’de kendisini gören sahabîler hemen Hz. Peygamber’e onun Hebbâr olduğunu söylediler, bu arada bazıları ona saldırmak üzere kalktıysa da Resûlullah onlara oturmalarını işaret etti. Hebbâr şöyle dedi: “Selam üzerine olsun ey Allah’ın resulü. Allah’tan başka ilah olmadığına ve senin de onun elçisi olduğuna şehadet ederim. Sizden memleket memleket kaçtım, yabancı ülkelere sığınmayı düşündüm, sonra sizin akrabaya iyiliğinizi, erdeminizi, size karşı cahilce ve kaba davrananları affetmenizi hatırladım. Ey Allah’ın elçisi, biz putperest bir topluluk idik, sizin sayenizde Allah bizi hidayete erdirdi, sizin vasıtanızla bizi yok olmaktan kurtardı. Size karşı işlediğim kabalıklardan dolayı beni bağışlayın. Yaptığım kötülüğü ikrar, günahımı itiraf ediyorum.”
Bunun üzerine Allah resulü de şöyle buyurdu: “Seni bağışladım; İslam’a erdirerek Allah da sana ihsanda bulunmuştur. İslam, kendisinden önce işlenen günahları siler.” Zübeyr b. Avvâm şöyle der: “O sırada Hz. Peygamber’e bakıyordum. Hebbâr’ın işlediklerinden dolayı özür dilemesi karşısında mahcup şekilde başını öne eğerek, ‘Seni affettim!’ diyordu.”
Mekke’nin fethi sırasında bütün Mekkeliler bağışlandığı halde Ebû Cehil’in oğlu İkrime b. Ebû Cehil deyakalandıkları zaman öldürülmeleri emredilen on kişi arasında idi. İkrime bunun üzerine kendisini denize atıp öldürmek (veya Yemen’e gitmek) amacıyla kaçıp Şuaybe Limanı’na gitmişti. Fetih günü İslamiyet’i kabul eden hanımı Ümmü Hakîm bint Hâris’in isteği üzerine Hz. Peygamber onu bağışlayınca hanımı kendisini aramaya çıktı ve sahilde veya gemiye binmişken bularak durumu anlatı, birlikte Mekke’ye döndüler.
 
			XIX. yüzyıl sonlarında Medine’yi gösteren yağlı boya bir tablo
İkrime’nin babasına sövmemelerini ashaba tembihleyen Hz. Peygamber onun geldiğini görünce sevinçle ayağa fırladı ve “Süvari muhacir, hoş geldin!” diyerek kendisini kucakladı. İkrime’nin Hz. Peygamber’e kendisini neye davet ettiğini sorması üzerine o da Allah’ın bir olduğuna ve kendisinin de onun elçisi olduğuna inanmaya, namaz kılmaya, zekât vermeye davet ettiğini söylemiş ve diğer İslam esaslarını hatırlatmış, İkrime de, “Ant olsun Allah’a, hayırdan ve güzel bir işten başkasına çağırmıyorsun! Sen bizi şimdi davet ettiğin şeye daha davet etmeden önce de en doğru sözlümüz ve en iyilikseverimiz idin. Ben Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) onun elçisi olduğuna şehadet ederim!” deyip müslüman oldu.
Ardından Hz. Peygamber’e şöyle seslendi: “Size karşı takındığım bütün düşmanlıklar, size karşı çıktığım bütün seferler, sizinle karşı karşıya geldiğim bütün yerler (savaşlar), yüzünüze veya gıyabınızda söylediğim bütün sözler için Allah’tan bağışlanmamı dilemenizi istiyorum!” Allah resulü de bu dilekleri tek tek sayarak Cenâb-ı Hak’tan bağışlanmasını niyaz etti. Bunun üzerine İkrime, “Razı oldum, ey Allah’ın resulü! Şimdiye kadar Allah yolundan alıkoymak için ne harcadıysam onun mislini Allah yolunda harcayacağım; Allah yolundan alıkoymak için katıldığım kaç savaş varsa onun misliyle Allah yolunda savaşacağım!” dedi.
Bedir Savaşı’nda esir alınanlar arasında bulunan Süheyl b. Amr Resûlullah’ın hanımı Sevde bint Zem’a’nın amcasını oğludur. Mekke’nin önde gelenlerinden ve azılı İslam düşmanlarından biri olup Hudeybiye Antlaşması’nı da Kureyş adına o imzalamıştı. Hz. Peygamber’in aleyhine çok konuştuğu için Hz. Ömer, “Ey Allah’ın resulü, izin verin şunun iki ön dişini sökeyim de dili dışarı sarksın, bir daha aleyhinize konuşamasın!” demiş; Allah resulü de, “Hayır, ben ona bu şekilde müsle (organına zarar vermek) yapamam. Bunu yapacak olursam, peygamber de olsam Allah aynısını bana yapar. Belki gün gelir o senin hoşlanacağın bir konumda bulunur!” buyurdu.
Nitekim Süheyl b. Amr Mekke’nin fethi veya Huneyn Gazvesi’nden (6 Şevval 8/27 Ocak 630) sonra müslüman olmuş, Hz. Peygamber’in vefatı sırasına Hz. Ebû Bekir’in Medine’de yaptığı konuşmanın benzerini Mekke’de yaparak müslümanları sükunete davet etmişti. Hz. Peygamber’in vefatı üzerine birçok Arap kabilesi dinden dönünce bir kısım Mekkeliler de dinden dönmeye hazırlanmış, şehrin valisi Attâb b. Esîd korkup gizlenmişti. O sırada Süheyl b. Amr Kâbe’nin kapısına dikilerek onlara şöyle hitap etti:
“Ey Mekkeliler! Müslüman olanların sonuncusu siz oldunuz; dinden dönenlerin ilki olmayın! Ant olsun Allah’a, Yüce Allah, Resûlullah’ın buyurduğu gibi bu işi muhakkak tamamlayacaktır! Ben, onun (Hz. Peygamber) şu bulunduğum yerde tek başına dikilerek ‘Benimle birlikte lâ ilahe illallah, deyiniz de size bakarak Araplar dine girsin, Arap olmayanlar da size cizye ödesin! Vallahi Kisrâ’nın ve Kayser’in hazineleri Allah yolunda harcanacaktır!’ dediğini duymuştum! İnsanların kimi (bunu) alaya aldı, kimi doğruladı. Gördükleriniz gerçekleşti, ant olsun Allah’a, diğerleri de gerçekleşecektir!”
Süheyl’in bu konuşmasından sonra halk yatışmış, saklanan vali de çıkıp gelmişti. Bunu duyan Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in onun hakkındaki sözünü hatırlayarak, “Senin Allah’ın elçisi olduğuna (bir kez daha) şahitlik ederim!” demiştir.
 
			Bedir Gazvesi’nin vuku bulduğu yer 
(Suudi Arabistan)
Hz. Ebû Bekir’in de daha sonraları şunları söylediği kaydedilir: “İslam’da Hudeybiye (6/628) barışından daha büyük fetih olmamıştır. İnsanlar Allah resulü ile rabbi arasında olanları anlayamıyorlardı. Kullar acele ediyorlar, oysa Allah Teâlâ işler dilediği gibi oluncaya kadar kullar gibi acele etmez. Ben Veda Haccı sırasında Süheyl b. Amr’ın kurbanlık develeri tutup Allah resulüne yaklaştırdığını ve onun da develeri elleriyle kestiğini gördüm. Allah resulünün berberi çağırıp saçlarını kestirdiğini, Süheyl b. Amr’ın da o saçlardan bazılarını kapıp gözlerine sürdüğünü gördüm ve Hudeybiye’de besmelenin yazılmasına nasıl karşı çıktığını hatırladım, onu hidayete erdiren Allah’a hamdettim!”
Amcası Tuayme b. Adî Bedir’de öldürülen Cübeyr b. Mut’im, siyahi kölesi Vahşî’ye, “Eğer amcam karşılığında Muhammed’in amcası Hamza’yı öldürürsen seni hürriyetine kavuştururum” demişti. Uhud Gazvesi’nde (3/625) Vahşî, şehit ettiği Hz. Hamza’nın ciğerini sökerek Bedir’de babası, amcası ve kardeşi öldürülen Ebû Süfyân’ın karısı Hind bint Utbe’ye götürmüş, Hind ciğerden bir parçayı ağzına alarak çiğnemiş, Vahşî’ye ödül olarak ziynet eşyalarını vermiş, şehitlerin kesilen burun ve kulaklarıyla kendisine gerdanlık ve halhal yapmıştı.
Vahşî Hz. Hamza’yı şehit ettikten sonra Mekke’ye dönmüş, beş yıl sonra Mekke fethedildiğinde Tâif’e kaçmıştı. Daha sonra Tâif elçilik heyeti İslamiyet’i kabul için Resûlullah’a gidince o da Şam, Yemen veya başka bir yere gitmeyi düşünmüş, bu sırada biri ona, “Sana yazıklar olsun Hz. Muhammed (s.a.v.) kendi dinine giren hiçbir kimseyi öldürmüyor” demişti. Bunun üzerine Medine’ye gidip Resûlullah’ın huzuruna çıkmış ve kelime-i şehadeti okumuştu. Hz. Peygamber ona, ‘Sen Vahşî misin?’ diye sormuş, o “Evet” deyince oturtup amcasını nasıl şehit ettiğini anlatmasını istemişti. Vahşî’nin olayı anlatması üzerine, “Yazıklar olsun sana, gözüme bir daha görünme!” demiş, Vahşi de bir daha kendisine görünmemişti.
Vahşî’nin Medine’ye geldiği Hz. Peygamber’e haber verildiğinde, “Onu bırakın (kendisine dokunmayın); bir tek kişinin müslüman olması bin kâfirin öldürülmesinden daha sevimlidir bana!” buyurduğu, görüşmeleri sırasında Vahşî neredeyse küfre denk bir günah işlemiş olduğunu söyleyince “Allah kendisine ortak koşulması dışında bütün günahları dilediği kimse için bağışlar” (Nisâ 4/116) âyetini okuduğu rivayet edilir. Bunun üzerine işlediği büyük suçtan dolayı kalbi rahat olmayan Vahşî, burada Allah’ın dilediği kimseyi affedeceğin bildirildiğini, fakat kendisinin bağışlanıp bağışlanmayacağını bilemediğini dile getirince de, “Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayan, çok esirgeyendir” (Zümer 39/53) âyetini okuduğu kaydedilir.
 
			Aziz Efendi’nin celî ta‘lik hatla yazdığı Hz. Peygamber’i öven âyet (el-Kalem 68/4) kompozisyonu 
(Muhittin Serin koleksiyonu)
Alçak Gönüllüğü
9. yılın Rebîülâhir ayında (Temmuz-Ağustos 630) Mekke-Şam kervan yolu üzerinde ve Medine’ye kuzeybatı yönünde 500 km kadar uzaklıkta bulunan Ecâ Dağı’ndaki Füls (Fels) putunu yıkmak üzere Hz. Ali’nin kumandasında bir seriyye gönderilmiş, kabile reisi Adî b. Hâtim et-Tâî ailesiyle birlikte hıristiyan Arapların bulunduğu Suriye topraklarına kaçmıştı. Bu sırada meydana gelen çatışmada kabileden esir alınıp Medine’ye getirilenler arasında Adî’nin kız kardeşi Seffâne de bulunuyordu.
Akıllı ve hitabeti güzel bir kadın olan Seffâne Hz. Peygamber’in huzuruna çıktığında ona, “Ey Muhammed, bizi salıverip Arap kabilelerinin diline düşürmesen! Ben kavmimin reisinin kızıyım. Benim babam mukaddesleri (şeref, namus) koruyan, esiri serbest bırakan, açı doyuran, çıplağı giydiren, misafiri ağırlayan, yemek yediren, herkese selam veren, bir istekte bulunanı asla geri çevirmeyen biriydi. Ben Hâtim et-Tâî’nin kızıyım!” deyince Hz. Peygamber de, “Ey kızcağız! Bunlar gerçek müminin özellikleridir. Eğer baban müslüman biri olsaydı ona (Allah’tan) rahmet dilerdik!” karşılığını verdi. Ardından “Onu serbest bırakın! Onun babası güzel ahlakı (erdemli davranışları) severdi; Allah da güzel ahlakı sever!” buyurdu.
Seffâne daha sonra yurduna güven içinde gidebileceği bir kafile bulduğunu haber verince Hz. Peygamber kendisine yeni elbiseler, binek ve yol masrafını verip göndermiştir. Seffâne Şam’a kardeşinin yanına gelince ona, “Akrabalık bağını koparan zalim! Eşini ve çocuğunu alıp geldin, babanın emanetini, namusunu bıraktın!” diye çıkışmış; Adî de haklı olduğunu belirtip kendisinden özür dilemiştir. Daha sonra ona, “Bu adam hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorunca, Seffâne şöyle karşılık vermiştir:
“Ant olsun Allah’a, ona hemen gidip katılmanın doğru olduğunu düşünüyorum. Eğer o bir peygamberse kendisine önce varan bunun üstünlüğünü (fazilet) elde eder. Falan kişi ona geldi nasibini aldı, falan geldi nasibini aldı. Eğer o bir kralsa, Yemen (de sahip olduğun) üstünlüğünden bir şey kaybetmezsin, sen sensin, baban da babandır (herkes sizi biliyor)!”
Bunun üzerine Adî, “Ant olsun Allah’a, bu kesinlikle isabetli bir görüştür!” dedi ve aynı yılın Şâban ayında ailesiyle birlikte Medine’ye gitti. Mescitte Hz. Peygamber’in huzuruna girdiğinde yanında ilgilendiği bir veya iki çocukla bir kadın görünce onun bir Kisrâ ve Kayser olmadığını anladığını söyleyen Adî daha sonra kendisini tanıtınca Hz. Peygamber’in onu alıp evine götürdüğünü, yolda karşılaştığı zayıf ve yaşlı bir kadının ihtiyaçlarıyla yakından ilgilendiğini gördüğünde kendi kendisine, “Ant olsun Allah’a, bu bir kral değildir!” dediğini, eve varınca bütün ısrarına rağmen Hz. Peygamber onu deriden bir mindere oturtup kendisi yere oturduğunda yine “Ant olsun Allah’a, bu bir kralın yapacağı iş değildir!” diye söylendiğini ve ardından sohbet ettiklerini kaydeder.
Ahiret İçin Kimsenin Garantisinin Bulunmadığı
İbadete son derece düşkün olan Osman b. Maz’ûn bir ara kendisini hadım ettirmeyi düşünmüş, devamlı olarak gündüzleri oruç tutup geceleri ibadetle geçirince hanımı şikâyetçi olmuş, Hz. Peygamber onu çağırarak, “Bende senin için güzel bir örnek yok mu? Ben kadınlarla birlikte oluyorum, et yiyorum, oruç da tutuyor iftar da ediyorum. Benim ümmetimin hadımlığı oruç tutmaktır. Kendini hadım eden benim ümmetimden değildir!” diye kendisine çıkışmış, bir rivayette de ona, “Gözlerinin senin üzerinde hakkı vardır, bedeninin senin üzerinde hakkı vardır, eşinin senin üzerinde hakkı vardır; namaz da kıl uyu da, oruç da tut iftar da et” diye öğütte bulunmuştur.
Osman Bedir Gazvesi’nin ardından muhacirler arasında ilk vefat eden kişi olmuş, cenazesi defin için götürülürken Hz. Peygamber, “Gittin ve şundan (dünyadan) bir şeye bulaşmadın!” diye takdirini dile getirmiştir. Fakat hanımının “Ey Osman, ne mutlu sana cennete kavuştun!” demesi üzerine kızgınlıkla, “Bunu nereden biliyorsun?” diye sormuş; onun “Ey Allah’ın elçisi, senin arkadaşın ve süvarin o!” sözü üzerine de, “Ant olsun Allah’a, ben Allah’ın elçisi olduğum halde bana bile ne yapılacağını bilmiyorum!” buyurmuştur.
Bir başka rivayete göre de bir kadının onun hakkında kesin bir ifadeyle, “Ey Ebü’s-Sâib, Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Ben tanıklık ederim ki Allah sana ikramda bulunmuştur!” diye söylenmesi üzerine Allah resulü kadına, “Allah’ın ona ikramda bulunduğunu nereden biliyorsun?” diye sormuş, o da, “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın resulü, ben bilmiyorum. Fakat (onun gibi birisi de böyle olmazsa) ya kim?” diye karşılık verince, “Ona gelince, o artık gerçekle yüz yüze gelmiştir. Ant olsun Allah’a, ben onun için hayır umuyorum, ancak Allah’ın elçisi olduğum halde bana bile ne yapılacağını bilmiyorum!” buyurmuştur.
Bir Yönetici Olarak Kendisini Emrindeki İnsanlardan Farklı Görmemesi
Hicretin hemen ardından Mescid-i Nebevî inşa edilirken temele ilk taşı Hz. Peygamber koydu. Kaynaklarda, Hz. Peygamber’in ashabı çalışmaya teşvik ettiği, onlarla birlikte malzeme taşıdığı ve bu sırada okudukları şiirler nakledilir. Hz. Peygamber’in azatlısı Zeyd b. Hârise’nin söylediğine göre, Medine’nin eşrafından olan Üseyd b. Hudayr Hz. Peygamber’in taşımakta olduğu taşı elinden almak istediğinde ona, “Başka birini al; sen Allah’ın lütfuna benden daha çok muhtaç değilsin!” karşılığını vermişti.
Hz. Peygamber, bu yardımlaşma ve kendisini diğer insanlardan farklı görmeme ve göstermeme tavrını Hendek Gazvesi’nde (5/627) hendeğin kazılması sırasında ve diğer bazı vesilelerle de göstermiş, bu gazve öncesinde zaman zaman çadırından çıkarak yer kazmış ve sırtında toprak taşımıştı. Berâ b. Âzib, “Kırmızı bir elbise içinde Allah resulünden daha güzelini görmedim. Teni son derece beyaz, saçları bol ve omuzlarına dökülüyordu. Onu o gün toprağı sırtına yüklenmiş gördüm” derken, Ebû Said el-Hudrî, “Ben Resûlullah’a bakıyordum, o müslümanlarla birlikte hendeği kazıyordu; göğsü üstünde ve göbek kıvrımı arasında toprak vardı” sözleriyle Hz. Peygamber’in hendek kazma sırasındaki halini anlatırlar.
Hz. Peygamber bir defasında yer kazıp kaya parçalayıp toprak taşımaktan yorulmuş ve bir kayanın üstüne dayanıp uyuyakalmıştı. Hz. Ebû Bekir ve Ömer yanı başında durarak kendisini uyandırmamaları için gelenleri uzaklaştırıyorlardı. Bir süre sonra uyandığında ayağa sıçrayıp, “Beni uyandırmalı değil miydiniz!” diyerek tekrar çalışmaya girişmişti.
Bedir Gazvesi’nde müslümanların sayısı 313 (bazı rivayetlerde 310 küsür, 314, 315, 317, 319) idi; 70 develeri ve iki atları vardı. Her deveye üç kişi sırayla biniyordu. Hz. Peygamber de devesini Ebû Lübâbe ve Hz. Ali ile paylaşmıştı. Bir yokuşa geldiklerinde bunlar Hz. Peygamber’e, “Ey Allah’ın elçisi, siz deveye binin, sizin yerinize biz yürüyelim” diyor, o da “Yürüme konusunda siz benden daha güçlü değilsiniz; sevap konusunda da ben sizden daha zengin değilim!” buyurarak bu teklifi kabul etmiyordu.
Bir sefer sırasında da bir koyunun kesilip pişirilmesini istemiş, orada bulunanlar hayvanın kesim, yüzme ve pişirme işlerini aralarında paylaşınca o da “Odun toplamak da bana!” buyurmuş, ashabın zahmet etmemesini, kendilerinin bunu da yapacaklarını söylemeleri üzerine, “Bana iş bırakmayacağınızı biliyorum. Fakat size karşı üstün/ayrıcalıklı biri olmaktan hoşlanmam. Yüce Allah da kişinin kendisini arkadaşları arasında ayrıcalıklı görmesinden hoşlanmaz!” karşılığını vermişti.
 
			Bir gazveyi tasvir eden minyatür
(Siyer-i Nebî, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, nr. T. 1924, vr. 413b)
Savaşla İlgili Bazı Öğütleri ve Emirleri
Hayber’de orduyu saf haline getiren Hz. Peygamber onlara öğütte bulundu, izin vermeden saldırıya geçmemelerini tembih etti. Yaptığı öğütte İslamiyet’in savaş anlayışını en açık şekilde ortaya koyan şu dikkat çekici ifadeler yer almıştır:
“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah Teâlâ’dan esenlik dileyin! Onlarla nasıl bir sınava çekileceğinizi bilemezsiniz! Düşmanla karşılaşınca da ‘Allah’ım! Sen bizim rabbimizsin. Bizim de alınlarımız (canlarımız) onların da alınları senin elindedir. Onları ancak sen öldürürsün’ deyin ve sonra yere oturun, onlar üzerinize gelince de kalkıp tekbir getirin!”
Ertesi gün Hz. Ali’yi çağırıp sancağı ona veren Resûlullah, “Onların sahasına (kalelerinin yanına) varıncaya kadar acele etmeden (sükûnet ve vakarla) ilerle. Sonra onları İslam’a davet et. (Müslüman olmaları halinde) Allah ve resulüne karşı yükümlülüklerini kendilerine bildir. Allah’a ant olsun, Allah’ın senin vasıtanla onlardan bir tek kişiyi hidayete erdirmesi, kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır!” şeklinde talimat verdi.
Yahudilerin daha önce İslam hakkında bilgileri bulunduğu ve davete muhatap oldukları halde Hz. Peygamber’in kendilerine davetin tekrarlanmasını emretmesi ve ardından bir kişinin hidayetine vesile olmanın hiçbir dünya menfaatine değiştirilemeyeceğine işaret etmesi, bir taraftan davasının iktidar ve mülk olmadığını herkese ilan etmek diğer taraftan da içinde bulundukları ihtiyaç ve zor şartlara, karşılaştıkları düşmanlıklara rağmen müslümanların asla ana hedeflerinden sapmamaları gerektiğini kendilerine her fırsatta hatırlatma amacı taşıyordu.
Bir başka defasında da seriyye komutanına, “İnsanlarla ülfet kurun, acele davranmayın! Onları İslam’a davet etmedikçe kendilerine baskın düzenlemeyin! Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a ant olsun ister yerleşik ister göçebe (bedevi) olsun yeryüzünde hiçbir kimse yok ki sizin onları bana müslüman olarak getirmeniz erkeklerini öldürüp kadınlarını (bir rivayette: kadınlarını ve çocuklarını) esir olarak getirmenizden daha sevimli olmasın!” diye talimat vermiştir.
Bu vesileyle önemli bir hususa işaret edilmelidir. Bir insanın hidayetine vesile olmak nasıl o günün Arap toplumu için en önemli zenginlik ölçüsü kabul edilen kızıl deve sürülerine (bazı rivayetlerde: dünya ve içinde bulunan her şeye) sahip olmaktan daha iyi ve kârlı sayılmışsa bir insanın sapmasına, İslam’dan ve müslümanlardan soğumasına sebep olmak da aynı şekilde dünya ve içindekileri kaybetmiş olmak kadar kötü ve zararlı bir davranıştır. Bu sebeple bir müslümanın hal ve hareketleriyle, konuşma ve icraatlarıyla bu tür durumlara yol açmaktan özenle kaçınması; ister inanmayanlara ister inananlara yönelik olsun yeri, zamanı ve üslubu iyi belirlenmemiş tebliğ ve öğütlerin fayda değil zarar getireceğini bilmesi gerekir.
Huneyn Gazvesi sırasında bazılarının çocukları da öldürdüğü haberi Hz. Peygamber’e ulaşınca üç defa “Çocuklar öldürülmesin!” diye çağrıda bulunduğu kaydedilir. Üseyd b. Hudayr, “Ey Allah’ın resulü! Bunlar müşrik çocukları değil mi?” diye sorunca ona, “Sizin seçkinleriniz de müşrik çocukları değiller miydi? Her çocuk fıtrat (İslam’ı kabule yatkın yaratılış) üzere doğar; sonra kendisini ifade edecek çağa gelince anne ve babası onu ya hıristiyan veya yahudi yapar!” karşılığını vermişti. Hz. Peygamber bir kadının öldürüldüğünü görünce de hemen öncü birliklere haber göndererek çocuk, kadın ve hizmetçilerin öldürmemelerini emretmişti.
Mekke’ye Girişi ve Sonrası
Mekke’nin fethedilmesinden sonra Hz. Peygamber çadırında gusledip devesinin hazırlanmasını istedi. Miğferini takıp zırhını giydi, siyah kumaştan sarığını başına örterek Kasvâ adlı devesine bindi ve çevresinde atlılarla birlikte Hacûn’dan Handeme’ye doğru ilerlediler. Terkisinde de Üsâme b. Zeyd vardı. Allah’ın daha misyonunun başında iken söz verdiği üzere kendisine nasip ettiği bu büyük zafer karşısında derin bir tevazu ve huşu ile neredeyse sakalının ucu devenin semerine değecek şekilde başını önüne eğmiş halde dudaklarından, “Allah’ım! Gerçek hayat ahiret hayatıdır!” sözleri dökülüyordu.
Abdullah b. Mugaffel Hz. Peygamber’in o sırada Fetih sûresini tekrar tekrar okuduğunu, Ebû Said el-Hudrî de Allah resulünün, “Bu Rabbimin bana söz verdiği (fetih)dir!” dediğini ve “Allah’ın yardımı ve fetih (Mekke fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamdederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlama dile. Çünkü o tövbeleri çok kabul edendir” mealindeki Nasr sûresini okuduğunu nakleder.
Hz. Peygamber bu dünyada elde edebilecek en büyük zafere, siyasî ve askerî bakımdan en ileri makama kavuştuğu ve misyonunu başarıyla tamamladığı bir zamanda, buna zerre kadar değer vermeyip sonsuz olan hayata, bitimsiz nimetlere olan arzusunu dile getirmek, geçici olana değil kalıcı olana rağbet ettiğini göstermek suretiyle herkesi, özellikle kendisini anlayamayanları, anlamak istemeyen inkârcı ve iftiracıları bir daha şaşırtmıştır.
Allah resulü Mescid-i Harâm’a varınca bineği üzerinde Kâbe’yi tavafa başladı, Hacerülesved’i elindeki asasıyla işaret ederek istilam etti, bu sırada tekbir getirince ashap da yüksek sesle ona eşlik ettiler, Mekke tekbir sesleriyle inledi. Müşrikler de çevredeki tepelerden onları izliyorlardı.
Hz. Peygamber Kâbe’den dışarı çıktığında insanlar da Kâbe’nin çevresini sarmışlardı. Yüksekte Kâbe kapısının önünde durarak onlara şu şekilde hitap etti:
“Bir tek olan Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur! O verdiği sözü yerine getirdi, kuluna yardım etti, bütün grupları tek başına bozguna uğrattı! Ey Kureyşliler! Ne diyorsunuz, sizin hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?”
Bunun üzerine onlar, “Yüce gönüllü (kerim: iyiliksever ve cömert) peygamber, yüce gönüllü kardeş, yüce gönüllü kardeşin oğlu! Senden iyilik bekliyor ve iyilik yapacağını düşünüyoruz!” deyince Allah resulü, “Ben de kardeşim Yusuf’un (kardeşlerine) dediği gibi ‘Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir’ (Yûsuf 12/92) diyorum; Haydi, gidin, artık serbestsiniz (tulakâ)!” buyurdu. Orada bulunanların mezarlarından çıkıp gelen ölü insanlar gibi ayağa kalkıp şehadet getirerek müslüman oldukları kaydedilir. Bu sırada özellikle Mekke’nin zengin ve lider kadrosundan bazılarının İslam’ı gönülden benimsemedikleri, Hz. Peygamber’in de onları zorlamadığı ve müellefe-i kulûb statüsünde tutarak Huneyn Gazvesi’nden sonra kendilerine yüklü şekilde ganimette pay verdiği, onların da müslüman olduklarını ilan ettikleri dikkat çekmektedir.
Resûlullah Kureyş ve diğer Arap kabilelerinden müellefe-i kulûba ganimetten bolca pay verip de ensara az veya çok bir şey vermeyince bunlardan bir kısmı rahatsızlıklarını dile getirmeye ve dedikodu yapmaya başladılar. Hatta, “Allah elçisini bağışlasın! Ne tuhaf! Kureyş’e (bir rivayette: muhacirlere ve tulekâya) veriyor, kılıçlarımızdan onların kanları damladığı halde bizi ihmal ediyor. Sıkıntılı bir durum (savaş) olunca biz çağrılıyoruz, ganimet ise başkasına veriliyor! Bunun kimden kaynaklandığını bilmek isteriz; eğer bu Allah’ın emri ise sabrederiz, eğer Allah resulünün şahsi görüşü ise kendisinden (bizi hoşnut kılacak) bir açıklama yapmasını bekleriz!” diyenler oldu. Hatta birisi, “Eğer işler yolunda giderse başkalarını size tercih edeceğini daha önce söylemiştim!” diyecek kadar ileri gidince kendisine şiddetle karşı çıktılar.
Hz. Peygamber bu söylenenleri duyunca ensarın lideri Sa’d b. Ubâde’yi çağırdı, bir rivayette Sa’d b. Ubâde gelip bu şikâyetleri dile getirince ona bu konuda ne düşündüğünü sordu, o da, “Ey Allah’ın resulü, ben kavmimden sadece bir kişiyim!” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Kavmini (ensar) şu etrafı çevrili alanda (bir rivayette: şu çadırda) topla, bir araya geldiklerinde bana haber ver!” buyurdu. Hz. Peygamber bu sırada muhacirlerden gelen bazılarına izin verdi, başkalarının toplantıya katılmasını istemedi. Ensardan gelmeyen kalmadı.
Hz. Peygamber onlara hitap edip, “Ben size geldiğimde sapkınlık (dalalet) içinde iken Allah sizi hidayete erdirmedi mi, yoksul iken sizi zenginleştirmedi mi, birbirinize düşman iken kalplerinizi birbirine ısındırıp birleştirmedi mi?” diye sorunca ensar, “Evet, ey Allah’ın elçisi, Allah ve resulü en üstün ve en çok bağışta bulunandır!” dediler. Bir rivayette Allah resulü, “Ey ensar topluluğu, bir cevap vermeyecek misiniz?” diye sorunca, “Ne söyleyelim ne cevap verelim ey Allah’ın elçisi? Bağış ve iyilik Allah ve resulüne mahsustur!” dedikleri kaydedilir.
Bunun ardından Hz. Peygamber konuşmasına sitemle şöyle devam etti: “Ant olsun Allah’a eğer ‘yurdundan kovulmuş olarak geldin sana kucak açtık, yoksul olarak geldin sana mal verdik, korku içinde geldin seni güvende kıldık, horlanmış olarak geldin sana yardım ettik, yalanlanmış olarak geldin seni tasdik ettik’ deseydiniz gerçeği dile getirmiş olur ve bu söylediklerinizde de onaylanırdınız!”
Bunun üzerine hepsi bir ağızdan tekrar, “Bağış ve iyilik (ve bundan dolayı minnet etmek) Allah ve resulüne mahsustur!” deyince, Hz. Peygamber, “O halde sizden yana bana ulaşan sözler nedir?” diye sorunca ses etmediler. Hz. Peygamber bu sözünü tekrarlayınca ensarın anlayış sahipleri “Bizim büyüklerimiz bir şey söylemediler. Bazı gençlerimiz ‘Allah, elçisini bağışlasın! Kureyş’e veriyor, kılıçlarımızdan onların kanları damladığı halde bizi ihmal ediyor’ demişler” diye açıklamada bulundular.
|  | Prof. Dr. Ahmet Özel 1952’de Ağrı’nın Taşlıçay ilçesinde doğdu. Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nden (1977) mezun oldu. Aynı fakültede “İslâm Hukukunda Ülke Mefhumu ve Hukukî Neticeleri” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı (1982). Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde (1978-1985) çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü’nde çalışmaya başladı. Ansiklopediden sorumlu genel müdür yardımcılığı yaptığı bu kurumun TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) ile birleşmesinin (1993) ardından İSAM’da danışma kurulu üyeliği (1996-2003), başkan yardımcılığı (2005-2010) ve yönetim kurulu üyeliği (2005-2022) görevlerinde bulundu. TDV İslâm Ansiklopedisi’ne başlangıcından itibaren müellif-redaktör, Fıkıh İlim Heyeti üyesi ve İnceleme Kurulu başkan yardımcısı olarak hizmet verdi. 1995’te doçent, 2012’de profesör unvanını aldı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı ve buradan emekli oldu (2011-2017). Başlıca eserleri şunlardır: İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Dârülislâm – Dârülharb, İz Yayıncılık, İstanbul, 1991; İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995; Hanefî Fıkıh Âlimleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, ilk baskı 1990, sonraki baskılar 2000, 2022 (TDV, genişletilmiş baskı: Hanefî Fıkıh Âlimleri ve Diğer Mezheplerin Meşhurları); İslâm ve Terör: Fıkhî Bir Yaklaşım, Küre Yayınları, İstanbul, 2005; Hac ve Umre El Kitabı, Timaş Yayınları, İstanbul 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2014; Kutsal Topraklara Yolculuk: Hac ve Umre Kılavuzu, Timaş Yayınları, İstanbul 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2014; Yönetici Peygamber Hz. Muhammed, Küre Yayınları, İstanbul, 2015; İmam Ebû Hanîfe ve Hanefî Mezhebi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2012; Dînî Terimler Sözlüğü (I–II), İSAM Yayınları, İstanbul 2024; Kutlu Hayatın İzinde: Yeni Siyer, Timaş İnanç, İstanbul, 2024. | 

Prof. Dr. Ahmet Özel
1952’de Ağrı’nın Taşlıçay ilçesinde doğdu. Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nden (1977) mezun oldu. Aynı fakültede “İslâm Hukukunda Ülke Mefhumu ve Hukukî Neticeleri” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı (1982). Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde (1978-1985) çeşitli görevlerde bulunduktan sonra Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü’nde çalışmaya başladı. Ansiklopediden sorumlu genel müdür yardımcılığı yaptığı bu kurumun TDV İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) ile birleşmesinin (1993) ardından İSAM’da danışma kurulu üyeliği (1996-2003), başkan yardımcılığı (2005-2010) ve yönetim kurulu üyeliği (2005-2022) görevlerinde bulundu. TDV İslâm Ansiklopedisi’ne başlangıcından itibaren müellif-redaktör, Fıkıh İlim Heyeti üyesi ve İnceleme Kurulu başkan yardımcısı olarak hizmet verdi. 1995’te doçent, 2012’de profesör unvanını aldı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı ve buradan emekli oldu (2011-2017).
Başlıca eserleri şunlardır: İslâm Hukukunda Ülke Kavramı: Dârülislâm – Dârülharb, İz Yayıncılık, İstanbul, 1991; İslâm Devletler Hukukunda Savaş Esirleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995; Hanefî Fıkıh Âlimleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, ilk baskı 1990, sonraki baskılar 2000, 2022 (TDV, genişletilmiş baskı: Hanefî Fıkıh Âlimleri ve Diğer Mezheplerin Meşhurları); İslâm ve Terör: Fıkhî Bir Yaklaşım, Küre Yayınları, İstanbul, 2005; Hac ve Umre El Kitabı, Timaş Yayınları, İstanbul 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2014; Kutsal Topraklara Yolculuk: Hac ve Umre Kılavuzu, Timaş Yayınları, İstanbul 2007, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2014; Yönetici Peygamber Hz. Muhammed, Küre Yayınları, İstanbul, 2015; İmam Ebû Hanîfe ve Hanefî Mezhebi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2012; Dînî Terimler Sözlüğü (I–II), İSAM Yayınları, İstanbul 2024; Kutlu Hayatın İzinde: Yeni Siyer, Timaş İnanç, İstanbul, 2024.
